Bugün bir fotoğraf gördüm. Biraz araştırınca İtalya’nın “Napoli’yi görmeden ölme” sözüne ilham veren şehrinde çekildiğini öğrendim. Hikâyenin peşine düşünce iyiliğe dair ihtimallerin yakınlığına ve çokluğuna dair ılık bir ümit kapladı içimi. Gözlerimi kapadım ve bu ümidin sıcak hava balonuna binerek yarı hayal yarı gerçek bir başka öykü yazdım. Bir de görmeden bakmak isteyenler için buraya bıraktım:
Ilık bir bahar günü. İtalya’dayız, Napoli şehrinde. Bir turist grubu olarak geziyoruz. Rehberimiz bizi müzelerden tarihi sokaklara bıkıp usanmadan dört döndürüyor şehirde. Biz üç hatun kişi olarak buradayız. Çocukluk arkadaşım, kızı ve ben…
Çocukluk arkadaşım yalnız bir anne. Kızı birkaç sene önce geçirdiği kaza nedeniyle görme yetisini neredeyse tamamen yitiren bir genç kız. Ergenliğin zaten zorlu yollarında bir de bu ani kazayı geçirmesi, ardından da babasının apar topar evden gitmesi kızı perişan etti. Onu hayatta tutan tek şey annesinin gürül gürül akıp onu besleyen sevgisi ve keman çalmak konusundaki bence insanüstü yeteneği…
Annesi eskiden gözündeki ışıltıyla girdiği odayı aydınlatan, insanlara mutluluk dağıtan cıvıl cıvıl biriydi. Hep neşeli, eğlenceli, zorlukların karşısında kolay pes etmeyen, her durumda olumlu bir yan gören güçlü bir kişi olagelmişti. Oysa kızının gözlerindeki ışığın sönmesi onun da yaşama sevincini bitirdi.
Onları bu turistik geziye sürükleyen bendim. Rutinin dışına çıkmak iyi gelir diye düşünmüştüm. Mekân değiştirmekte ferahlık vardır derler ya, “hadi gidip bir ruhumuzu ferahlatalım” diye diye arkadaşımı sonunda ikna ettim.
İnsanların bazen bir engellinin etrafında nasıl davranacağını bilemediğini biliyorum. Rehberin “şu binadaki süslemelere mutlaka bakın…” “Heykeldeki dantel elbise detaylarını görüyor musunuz?” derken gözleri görmeyen genç turistinin varlığını unuttuğunu tahmin ediyorum.
O yüzden yeğenim gibi gördüğüm genç kızın koluna girerek diğerleri uzaklaşınca onu heykele doğru yürütüyor… Dokunmayın yazan tabelaya rağmen onun elini üstünde okşarcasına dolaşsın diye mermerin üstüne yerleştiriyorum. Bir ressam olarak, artık aramızda olmayan o heykeltıraşın bu kelebek nezaketindeki ellerin eserinde dolaşmasından gocunmayacağını, tam tersine onun nazik ellerine özel izin verdiğini içimde hissediyorum.
İyi Anılar
Öğle yemeğine bir saat kaldı. Yarın dönüş uçağımız var. Napoli’den iyi anılarla ayrılalım istiyorum. Rehberle konuştum, her şeyi ayarladım: Benim kızlara iyi haberi veriyorum: Size harika bir sürprizim var. Bu öğleden sonra serbest zaman. Deniz mahsulleriyle ünlü bir restorana gideceğiz, yer ayrıldı ve hesaplar benden. Ama tek bir şartım var: Ondan önce son bir yer var görmek istediğim.
Bizimkiler günlerdir sokak sokak gezmekten yorgun düşmüş vaziyette “Hayıııııır” diye isyan etse de allem edip kallem edip onları ikna ediyorum. Gizli silahım tatlı! Sloganım şu, geziye katılana, tiramisu bedava! Hem de bu sefer paylaşmak yok! Her isteyen birer porsiyon tiramisuyu kendi başına yiyebilecek…
Bu zorlu ikna merasiminden sonra turist grubundan bağımsızlığımızı ilan ederek yola düşüyoruz. Üçümüz Castel Sant’Elmo’ya yani St. Elmo Kalesi’ne gideceğiz. Burası tarihi onuncu yüz yıla kadar uzanan bir yer. Stratejik konumu nedeniyle asırlar boyunca farklı amaçlarla kullanılmış, defalarca kez farklı nedenlerle yıkılıp yapılmış, sonraları adı uzun yıllar baskıyla birlikte anılmış…
Bugünse bir kültür sanat kompleksi olarak kullanılıyor. Ve şehre tepeden bakan muhteşem bir manzara sunuyor. “Ve şehre tepeden bakan muhteşem bir manzara sunuyor?” da ne demek şimdi yaraya tuz basar gibi diye soranları duyar gibiyim! Biraz sabır lütfen… Daha sürprize gelmedik!

Bir Sürprizim Var
“Hadi neredeyse vardık” diye kendimizi motive ederek arada ufaktan kaybolsak da uzunca bir yürüyüşten sonra kaleye nihayet ulaştık. “Dayanın kızlar” diyorum “şu merdivenleri de tırmandık mı gördüklerinize inanamayacaksınız!” Arkadaşım bana inanmayan gözlerle bakıyor, hani bakışlarla birini öldürmek mümkün olsaydı derler ya, işte öyle gözlerle! Neyse ki kızı duymadı sözlerimi.
Sonunda kalenin terasına çıkıyoruz. Dedim ya ılık bir bahar günü. Denizden bize doğru hafif bir rüzgâr eserek kıyafetlerimizle oynuyor. Martıların sesleri çığlık değil ninnisel bir melodi sanki. Hava tertemiz… İçimizi temizleyen nefesler alıyoruz fark etmeden. İyi hissediyoruz, yorgunluğumuza değdiğini hissediyoruz. Şansa bak ki bizden başka kimse yok, bütün teras bize ayrılmış gibi…
Dedikleri kadar varmış hakikaten. Gerçekten de solukları kesiyor manzara. Arkadaşımın bu kez “keşke kızım da bunu görebilseydi” diyen bakışlarla bana baktığını hissediyorum. Ona dönüp bakınca haklı olduğumu görüyorum. Ne zamandır bakışlarımızla konuşuyoruz biz kızı yanımızdayken. Acısını yüreğimde hissediyorum. Yaşaran gözlerini örttüğü saçlarını okşayıp gülümseyerek kızının elinden tutuyorum.
Birkaç adım atıyoruz birlikte, şimdi yüzyıllık duvarlara yakınız. Ellerini usulca tutup metal korkulukların üstüne bırakıyorum. Önce nerede olduğunu anlamasına yardım etmek için bunu yaptığımı sanıyor. Sonra yüzünde şaşkınlık, merak ve sevinç ifadeleri beliriyor. Hislerin hepsi ardı ardına geliyor.
Elleri metal korkulukların üstünde telaşlı sincaplar gibi koşturuyor şimdi. Parmakları korkulukların üstüne Braille Alfabesi’yle yazılmış eseri okuyor. Gülümsüyor, gülüyor, sevinçten kahkahalar atıyor. Dans eder gibi yürüyerek arada durup adeta havayı kucaklayarak o metale daha önce hayata hiç tutunmadığı bir aşkla tutunuyor.
Görmeyenlere özel alfabeyle yazılan bu metin, İtalyan yazar Giuseppe de Lorenzo’nun yazılarından bir parça. Manzarayı tarif ediyor. Görmeden görmeyi sağlıyor. İhtimal ki bu anlatım, rüzgâr, martılar ve mekânın ruhuyla birleşerek biz görenlerin asla bilemeyeceği manzaraları gösteriyor gözüyle göremeyenlere….
Bu korkuluk Napolili sanatçı Paolo Puddu’nın eseri. Onun “Şekli İzle” “Follow the Shape” ismini taşıyan ve ödül kazanan sanatsal yapıtı olarak oraya yerleştirilmiş.
Onu ilk gördüğümde “keşke” dedim, “o fikrin ardındaki yürek tüm gezegeni ve içindeki ‘ötekileri’ kollayabilseydi.”
Eminim ki o empati dolu fikir, o akşamüstünü hepimiz için sihirli bir dönüm noktası haline getirdi!
Sanatın en sevdiğim yanlarından biri bu zaten: Onu deneyimleyen herkese farklı konularda ilham verme becerisi… O akşamüstü o terasta arkadaşıma yaşam sevincine ve yola devam etmeye dair ilham verdi.
Döne döne yazıyı okuyan ve ona hazırlanan bu sürprizden dolayı mutluluktan deliye dönen kızına o akşam ilk bestesini yapması için ilham verdi.
Bana bu yazıyı yazmak için… Ve eşitsizliğin ister genetik ister sosyal ya da sınıfsal olsun, bir kader değil bir durum olduğunu… Ve değiştirilebileceğini… Üstelik eşitlik sağlamanın da tek başına yetmediğini… Asıl peşine düşmemiz gerekenin kabul ve dahil etmekle… Alan ve kucak açmakla gelen adalet olduğunu hatırlamak… Ve tüm bunları yeni gözlerle görerek ya da görmeden hissederek düşünmek için ilham verdi.
👏👏👏👏
🙂 🙂 🙂 🙂