Dün gece değişik bir rüya gördüm. Rüya bu ya, meğer bizim dünya dediğimiz yer, içinde milyonlarca salon olan bir sinemaymış. Ve tabii hayat dediğimiz de başka başka senaryoları olan filmler, o filmlerin belkemiği olan senaryolarmış.
Merak edip dolaşmaya başladım yavaştan. Salonlar nasıl kalabalık, nasıl. Torun torba bir kakofoni var bazı salonda. Pikniğe gelmişler gibi, bir taraftan bol baharatlı yemekler paylaşılıyor, öte yandan oyunlar sohbetler gırla gidiyor. Arada bir şarkı çalıyor, cümbür cemaat ayaklanıyorlar, eğlenceli bir dans başlıyor. Orada biri çıkıp etrafındakilere dese ki “pardon da sizin sesinizden ne izlediğimi anlayamıyorum” muhtemelen pişmanlıklardan pişmanlık seçer karşılığında.
Bazı salon da nasıl sessiz, çıt yok çıt! Telefon çalmıyor, mesaj düşmüyor, bebek ağlamıyor, çocuk desen put gibi duruyor, biri olsun şunu bunu tutturmuyor. Herkes yerli yerinde oturmuş klimalı salonda, arada sessizce patlamış mısır yiyip meşrubatından bir yudum alarak filmin tadını çıkarıyor. Ama film azıcık sıkıcı mı ne? Hareketler yavaş, planlar durağan, renkler donuk… Aksiyon, macera, heyecan, renk, dans yok pek!
Sonradan meseleye uyandım ki her salon bir başka ülke. Ve tabii doğmadan önce kimsenin sana “Bollywood filmi mi izlemek istersin yoksa futuristik Western mi” diye sorma ihtimali yok. Yani içinde beliriverdiğin salonu, o filmin atmosferini, konusunu, müziğini, hiçbir şeyini seçme şansın yok.
Varsay ki ülkeyi seçsen bile Derviş Zaim filmi mi izleyeceksin yoksa Şahan Gökbakar mı, onu belirleme ihtimalin namevcut! Ki malum çizgileri “bir tık” farklı…
Salonlar arasında dolaştıkça yaşamın getirdiği olasılıkların neredeyse sonsuza uzanan sayısı gözlerimi kamaştırdı. Aşk mı ararsın onun da mutlu sonlusunu mu? Yoksa dağları deldiren kara sevdalısını mı veya “ya benimsin ya kara toprağın” cinsinden takıntılısını mı?
Macera istiyorsan gezegenin merkezine mi yolculuk etmek istersin yoksa evrenin öbür ucuna mı ışınlanmayı çekiyor için? Bir ailenin akşam yemeği etrafındaki sohbete mi kulak veresin var müzmin bir bekarın iç diyaloglarına mı? Dinozorlardan kaçmak mı hoşuna gider yoksa haklarının uğrunda savaşmak mı?
Senaryoların çeşitliliği müthiş müthiş olmasına ama salonlar arasında geçiş yasak! Tek tük gelen gidenler oluyor. Onlar da uzun güvenlik denetimlerinden geçerek ve pasaport denen küçük defterlerde yazılanlara bakıldıktan sonra izin verilen başka bir salona geçebiliyor.
Onaylandıktan sonra nihayet o salona giriyorlar. Önce biraz yerlerini yadırgıyorlar. Etraflarına bakınıyorlar, başlarını çok kaldırmadan, çekinerek “ben nereye geldim, burası ne menem yermiş?” diye sorar gibi. Etraflarındakiler de onlara bakıyor, bakanlardan bazısı anlayışla gülümseyerek “hoş gelmişsin” diyor, bazısı adeta gözleriyle ısırıyor. Yeni bir yaşam deneyimi böylece başlıyor.
Salon değiştirenler, başını kaçırdığı, birçok kültürel referansına yabancı olduğu bir filmin izleyicisi oluyor artık, hem de bile isteye! Bir süre sonra karınları acıkıyor, filmden kopmadan etraftakiler ne yiyip ne içiyor, onları nereden nasıl almışlar, ne kadar ödemişler onu merak ediyorlar çünkü artık karınları guruldamaya yüz tutuyor. Bu arada film anadillerinde değil, altyazı desen, tabii ki yok.
Salon gülünce gülmeye çalışıyor, kendi tepkilerini onlarınkilerle senkronize etmek istiyor yeni gelen. Amacı kişiliğini kaybetmek değil ama içine sinecek bir noktaya kadar uyum sağlamak çünkü o da bir yere ait olduğunu hissetmek istiyor. İçinde bir boşluk var ama umut da var böylelerinin… Sessizce hepsine şans dileyerek gezinmeye devam ediyorum.
Az ileride bir şeyler oluyor, arada bağırışlar, şarkılar, sloganlar duyuluyor. İşin iç yüzünü merak edip o tarafa doğru seğirtiyorum. Bir de ne göreyim, aklına, bilgisine, ruhuna, yeteneğine hayran olduğum bir grup yazar çizer sanatçı düşünür, evrenselliği simgeleyen rengarenk kıyafetler giyip gelmiş.
Oradakilere sorup öğrendim: Buluşma yerine gelince selamlaşıp kucaklaşmışlar, yere bağdaş kurup oturmuşlar ve sırayla en iyi bildiklerini yapmaya başlamışlar: Biri özgürlüğün şarkısını söylemiş. Öteki uluslararası hukuk, ulus devletler ve sınırlar üzerine bir giriş dersi vermiş. Diğeri insanların kardeş olduğunu hatırlatan bir masal anlatmış. Bir başkası medya okuryazarlığı ve gerçek bükücülerin sinsi yöntemlerinden korunma teknikleri öğretmiş. Liste uzun, program pek faydalı ve güzelmiş.
Çevreleri, onları destekleyen yetmiş iki milletten insan ve farklı üniformalar giyen kapı bekçileri tarafından çevrilmiş. Ben gittiğimde yavaş yavaş bitiyor gibiydi etkinlik, hava kararmaya yüz tutuyordu artık dışarıda. Baktım, bir süre sonra herkes yorulmaya başladı.
İyiliğin Savunucusu Olmak
Dileyen herkesin hemen orada Dr. Martin Luther King, Gandhi ve Florence Nightingale gibi tarihi iyilik kahramanları… Ve iyilik savaşçıları için birer mum yakabileceğini, kendi dilinde, mezhebinde ve dininde ortak iyilik için yakarabileceğini duyurdular birçok dilde ve lehçede.
O gün söylenen şarkıların, verilen derslerin, anlatılan mesellerin internetten canlı yayınlandığını ve kaydedildiğini, isteyen herkesin baştan izlemek için şu adrese gidebileceğini hatırlattılar: dünyalıyızhepimizeşitizeleleyiz nokta hepimiz.
İçimi sıcak bir umut kaplıyor. Salonları değiştirmek, senaryoları düzeltmek, sonu kötü biten filmlerin finalini iyi etmek ihtimali belli belirsiz bir yıldız gibi uzaktan uzağa bana göz kırpıyor.
“Bu kucaklayıcı iyi niyetlerle, hadi şimdi barış zincirine” diyorlar sonra. Yüzler gülüyor, havada neşeli kuşlar… Etrafta tek bayrak yok sadece şarkılar, mantralar, dualar… Herkes hareketleniyor bir insan zinciri için ve tabii ben de kalkıyorum, ürkek bir hevesle elimi uzatmaya hazırlanıyorum ki…
Saat çalıyor. Rüya bitiyor! Hiç bitmesin istediğin her güzel şey gibi bu da çok çabuk bitiyor gibi geliyor bana. Katı gerçek teklifsizce yeniden başlıyor. Yatakta kıpırdamadan duruyorum, bekliyorum. Sessizliğin içinde ellerim soğuk ve boş kalsa da neden sonra içime çelimsiz bir umut kuşu konuyor. Umut kuşunun kanadında küçük bir yıldız lekesi gözüme çarpıyor. Ve o kuş etraftan bulup buluşturduklarıyla içimdeki derin boşluğa yuva yapmaya başlıyor. Yaşadığımı hissetmek hoşuma gidiyor, yalnız olmadığını bilmek güzel…
Ne kadar güzel bir anlatım olmuş. Yalnız şu sözü çok beğendim “meğer bizim dünya dediğimiz yer, içinde milyonlarca salon olan bir sinemaymış” 🙂
Çok teşekkür ederim sevgili Blog Dedektifi, Hoşgeldiniz 🙂
Hoşbuldum artık sık sık gelirim bana da beklerim 😉
selamlar ( :
rüyalar üzerine okumayı, sohbet etmeyi öteden beri severim. üstüne bir de sizin şahane üslubunuz da eklenince okumalara doyamadım
doğrusu.
yine harikulâde tasvirler, insanın ruhunu okşayan bir anlatımla huzur verdiniz yine kıymetli yazar. ahh şu cümlenin muhteşemliğine bakar mısınız.
“Rüya bu ya, meğer bizim dünya dediğimiz yer, içinde milyonlarca salon olan bir sinemaymış. Ve tabii hayat dediğimiz de başka başka senaryoları olan filmler, o filmlerin belkemiği olan senaryolarmış”
rüyadan bahsetmişken, ben bazen çok güzel bir rüyanın ortasında uyandığımda uykum dağılmadan hemencecik tekrar uykuya dalıyorum yarım kalan rüyamı tamamlamak için. çoğu zaman amacıma ulaşamasam da bazen güzel rüyama kaldığım yerden devam edebiliyorum biliyor musunuz. ve bu durum beni çok hoşnut ediyor. ( :
dipnot
yazınızdaki elinde patlamış mısırı ve meşrubatıyla keyif yapan ehlikeyif miniş kurbacığa da bayıldım, çok sevimli görünüyor. umarım biz de ara ara onun gibi keyif yapabiliriz ( :
o güzel ışığınız hiç eksilmesin sevgili yazar..
Sevgili Ohen,
her zamanki gibi, rüya gibi yorumlarınızla ihya ettiniz beni. Sağolun, var olun.
rica ederim, çok selamlar sevgiler ( :