çilli kız

taş bebek

Müze gibi evler, uçak gibi arabalar… Ve hatta biblo gibi bebekler, taş bebek gibi insanlar… Örnekler neredeyse sonsuz ve çoğu ulaşılması hedeflenenleri simgeliyor. Dahası “ideal”i betimliyor. Yani sadece “zenginliğin” ve “başarının” değil aynı zamanda arzulanması şart olan “kusursuz güzelliğin” tanımı bunlar. “Yolun bu” diyor adeta, “işte bu istikamette uzun adım git şimdi” diyor!

Oysa düşünüyorum da müze gibi bir evde yaşamak istemezdim. Ev dediğin ev gibi olmalı, müze dediğin de müze gibi… Müze gibi bir evde darmadağın saçlarından, uyurken kırışan pijamalarından bile çekinir sanki insan… Ev dediğin sana uymalı, sen ona değil ki. O sana hizmet etmeli, sen ona değil ki. Zaten, ev dediğinin amacı sana her gün, her saat, her koşulda kucak açmak ve kendini iyi hissettirmek değil mi?

Keza sağlıklı bir beden, yüz, saç vb harika. Ama gerçekten de çok güzel, çok yakışıklı olmamız, bunun için sabah akşam spor yapmamız, hatta iğneler batırtıp özel işlemler yaptırmamız şart mı kendimizi alımlı hissetmek için? Dahası, başkalarına kendimizi beğendirebilmemiz ve “kabul edilebilmemiz” için?

Aslolan o bedenin nasıl göründüğünden ziyade bizi işe, okula ya da pikniğe götürmesi değil mi? Ellerimizdeki lekeler ya da beğenmediğimiz kısa tırnaklarımızdaki ojeler mi tutuyor sevgilinin elini? Onlar mı karıyor kurabiyenin hamurunu ya da onlar mı çeviriyor gitmek istediğimiz yerlere bizi ulaştıran arabanın direksiyonunu?

Hem biz olduğumuz gibi güzel, eşsiz, sevilesi değil miyiz?

Farkında olmadan ideal bellediğimiz erişilmesi imkânsız standartlar, güya kusursuz güzelliğin kapılarını bize açan tanımlar, aslında tam tersine doğal güzellikten acımasızca kopartıyor bizi. İmal edilmemiş güzelliğin kendiliğinden gelen huzuruna, doğal rahatlığının yüzüne yüzüne çarpıyor kapıları. Ve bizi o tatlı varoluşun dışına, seçmediğimiz ve ait de olmadığımız sahte bir alana hapsediyor.

yarısı kesik profil foto

Kusursuz diye bir şey…

Oysa dünyada hiçbir şey kusursuz değil. Olması da gerekmiyor. Bizler dahil.

Belki bunu anlasak, serbest bıraksak kendimizi, olmayan sınırları kendimize sınır bildiğimize aysak, tüm bu yaşam gailesinden dolayı ne zamandır fark etmeden içimizde tuttuğumuz o nefesi salıp normal nefes almaya başlayabileceğiz.

Belki o zaman sevmediğimiz o beni, yarık kaşı ya da seyrek saçları affedebileceğiz. Yani kendimizi… Ve ancak o zaman kendimizi hak ettiğimiz kadar ve içten sevmeye başlayabileceğiz.

Belki o aynı zamanlarda, gözlerimizi gelinciklerin orkideler kadar narin ve her ikisinin de benzersiz güzellikte olduğu gerçeğine açabileceğiz.

Dip dibe dikildiğinden seneler içinde birbirine sarılmış iki ağaçtan biri ölürken diğerinin daha çok çiçeklenmesini bir trajedi değil de yaşamın ölümle ölmeyen enerjisinin şenliği olarak görebileceğiz.

Mevlana’nın dediği gibi “Yaraların, ışığın içine sızdığı yerdir.” Madem öyledir, düşünmeden edemiyorum: Kusurlu diye sevmediğimiz, belki de güzelliğin en sevilesi halidir. Aynadaki buna dahil!

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 240

taş bebek” üzerine 4 görüş

  1. selamlar ( :
    insan denen kusurlu varlığı ne güzel anlatmışsınız. günümüzde çoğumuz güzelliğin görsellikten ibaret olduğunu sanıyoruz. oysa ki esas güzellik insanın dışında değil içindedir. dış güzellik gelip geçici ancak kalp güzelliği öyle mi? ben hepimize gönül güzelliği diliyorum sevgili yazar arkadaşım.

    başka bir yazınızda tekrar görüşmek dileğiyle.. hoşça kalın..

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d