Gerçekten de hayat sürprizlerle dolu… Ve irili ufaklı, zamanlı zamansız sınavlarla… Bu sınavların hepsi kaç yaşımızda olursak olalım, hemen hepimizin sabaha karşı kabuslarla uyandığı malum okul sıralarındakiler gibi sözlü ya da yazılı da değil. Keza benim şimdilik son olan sınavım da öyle değildi!
Bu sefer, sorular beni hiç olmayacak bir yerde buldu: Süpermarkette! Kendi kendime “bu domateslerin hem doğru düzgün domates gibi kokanı hem de Fransız lokantasında yenen bir öğün kadar tutmayanı yok mu ya” diye homurdanırken içten içe…
Oradan “aa organik avokado indirime girmiiiş” diye yükselip meyveden sebzeye sekerken hafiften sezmeye başladım bir gariplik olduğunu. “Tanıdık bir şey var ama ne?” diye zihnimi ve algımı kolaçan ederken aniden fondaki müziğin çok sevdiğim bir şarkının girişi olduğunu fark ettim. Keşke etmeseydim.
Etrafımdaki her şey, herkes durdu. O müziğin dışındaki tüm sesler sustu. Ve ben dondum! Üstelik balıklar bozulmasın diye tüm gücüyle çalıştırdıkları buzdolapları nedeniyle değil. Bırakıp gittiğim şehrin yüzünden!
İstanbul, not Constantinople!
İstanbul (not Constantinople) çalıyordu. Ve değil mi ki şimdi ben oradan binlerce mil uzaktaydım bile isteye, bu fıkır fıkır şarkı kulağıma, yavaşlatılıp içli bir ağıta dönüştürülmüş nağmelerden ibaret gibi geldi. Gerçekten bir anda dondum, önce şaşırdım. Sonra yabancılaştım, ana, olduğum yere ve bir o kadar da geride bıraktıklarıma….
Derken hislerimi paylaşmak istedim, şarkının ve içindeki şehrin benim için anlamını… Tekinsiz bir neşe gelmişti üstüme. Aniden bunu anlatamayacağımı, o anda duygudan uyuşmuş benliğime rağmen anlatmayı becersem bile kimsenin dinleyip anlayamayacağını fark ettim.

Benim İstanbul’um Artık Yoktu Zaten
Aynı o şarkıdaki İstanbul’un artık var olmaması gibi… Hiç keşfedilmemiş su kıyısı kalmamıştı misal benim bıraktığım İstanbul’da. Yollar varmak için değil trafikte tıkalı kalmak içindi adeta. Bütün halk otobüsü koltukları kırık ve sürücüleri kaba, bütün çocuk parkları küçük ve kirli, bütün kaldırımlar yağmurda tuzak olan taşlar ve kırık hayallerle doluydu.
Hoş, şehir hala o eşsiz büyüsünü içinde tüttürüyordu, orası da başka…
Boğaziçi o bizim bildiğimiz, kaç asırlık Boğaziçi’ydi. Yüzmeyi öğrendiğim Marmara Denizi daha salyasını yüzümüze tükürmemişti. Taş fırın ekmeği hala mis, kıtır kıtır; sokak simidi hala ucuz, çıtır çıtır!
Ara sokaklardaki sakız sardunyalar, yerini sevmiş, mutluluktan coşuyordu. Şehrin tüylü sakinlerinin de keyfi yerindeydi. Kediler güneşe, köpekler onları sevenlere açmış göbüşlerini… Martılar dorukları mekân tutmuş yine, çığlık çığlığa… Sokaklarsa, ah hep denize çıksa ya sokaklar…
Melodinin beni içinden çekip uzay boşluğunda fırlattığı yerden bin bir güçlükle mısır koçanlarıyla dolu manav kısmına geri döndüm. Tebrik ettim kendimi. Yerime, kendime gelebilmiştim çok hasar almadan, şükür.
Tam o sırada şarkı bitti. Grup “İstanbuul” diye bir ağızdan uzatana kadar iyiydim. Sonra gözlüğüm buğulandı. Maskem ıslandı. Mesafeler uzadı. İçimde ortalık karıştı yine, olanlar oldu. Neyse ki kimse görmedi, görense anlamadı. Zaten anlayamazdı.
Bir İstanbul hayranı olan Yahya Kemal Beyatlı, milletvekilliği yaptığı dönemlerde uzun süre Ankara’da yaşamıştır. Şairin İstanbul’a âşık olduğunu bilen dostlarından biri, bir gün “Üstat Ankara’nın en çok neyini seviyorsunuz?” diye sorar. Şairin cevabı okkalıdır: “İstanbul’a dönüşünü!”
Cümleyi biraz değiştirip yeniden yazmanın vaktidir. “Avrupa’nın ve Amerika’nın (veya dünyanın herhangi bir yerinin) en çok neyini seviyorsunuz?” diye soracak olanlara cevabımız belli: “Türkiye’ye dönüşünü!”
Türkiye’ye dönüşün de Türkiye’den gidişin de kendine göre güzel yanları var bence.
İstanbul benim çocukluğumda güzeldi. Şimdi yurtdışında yaşamak güzel. Belki bir gün, Ege’de bir kıyı kasabasında emeklilik güzel olur… Belli mi olur?
Eline yüreğine sağlık, duyguların dile dönüşmüş yine. Evet, eskiler yitti yenide çarpık çurbuk “gelişmelerle”. En iyisi eskileri iyisi kötüsüyle yüreklerde yaşatmak. Doğup büyüdüğümüz yerler hep belleğimizde kalacak, iyisiyle kötüsüyle. Güzellikler seninle olsun, yeter ki “umudu yitirme yurdundan…”
Sağolun hocam, sizin de 🙂
Çok hissiyatlı bir değerlendirme. Evet, buna vatan hasreti mi deniyor, bazıları toprak çekmesi diyor. Kesinlikle bir milliyetçilik duygusu değil (içerse de fark etmez), ama ondan çok farklı bir duygu bu. Doğrudan zaten aktarılamaz. Dolaylı olarak ancak bu kadar güzel ifade edilebilirdi. Ah ve o şarkı elbette. Istanbul not Constantinople, ve bitiş Istanbuuuuuul perde…
Aslında tarifi çok zor bir duygu bu… Bir toprak boyutu var galiba sahiden. Öte yandan insanın ait olma duygusuyla ya da onun yokluğuyla da ilintili. Dünyayla, insanlıkla, toplumla bağını nasıl kurduğuna da bağlı. O anlamıyla özgürlük taraftayım malum.
Yine de gözü buğulu, nostalijik bir yanı var tabii, şehrim dediğin yerin. Mesela ben İstanbul’da yaşarken de çocukluğumun İstanbul’unu özlüyordum. Şu hali o yüzden bana çok yorucu ve kaotik geliyor galiba. Belki de bu nedenle orada yaşamaktansa onu uzaktan sevmeyi tercih ediyorum 🙂
Canımız ciğerimiz İstanbul, yine geliriz, Beyoğlu Nizam’da pidemizi de yeriz icabında, o da ayrı 🙂