El yazısıyla yazılmış bir tarif… Yaşadığın ülkede geçmeyen, eski bir kağıt para… Hiç beklemediğin bir anda başlayan bir sağanak gibi çıksa karşına…
Şemsiyen yok, sığınabileceğin bir apartman kapısı, ağaç dalı yok! Yok işte! Senden ve beynine damlayan anılardan ve terkedilmiş yarınlardan başka bir şey yok!
Ne yapardın?
Ne yapardın hayat aynı anda dün ve bugün ve yarından oluşan bir bütün gibiyse? Sen ve önceki ve sonraki kuşaklar birbirine yapışık ama birbirinden kopuk gibiyse?
Yaşama edimi, onu anladığını sandıkça cıvıklaşan bir hamur gibi dirseklerine göz dikmişse ya… Sen bilinmezlik çamuruna dibe çıka ilerlerken çevren giderek ıssızlaştıysa? Gözlerin derinleşirken gördüklerin sığlaşıyorsa?
Acayip olduysa zamanlar, doğrunun yanlışın rengi, tadı, kokusu birbirine karıştıysa… Ama bu arada her nasıl olduysa insan insandan soğuduysa… Bilenin dinleyeni olmadığından söz, sessiz bir çığlık olarak yankılanıyorsa sağır kulakların uzağında…
Varoluşumuzu dünyaya haykırmak isterken, giderek kabuğumuza çekildiğimizi düşünüyorum.
Evet, tam da öyle bir şey…