Birçok insanın kolaylıkla birbirine karıştırdığına inandığım bazı kavramlar var. Bunlar aslında kavram da değil de sıklıkla başkalarını tanımlamak için kullanılan sıfatlar ve yerli yersiz yapılan teşhisler… Misal birçok kişi zarif, ince ya da nazik olmayı zayıf olmakla eşanlamlı olarak görebiliyor. Mesela o anki hislerini yutmaya çalışmak yerine göz yaşlarını özgürce akıtabilmeyi zayıflık addedebiliyor. İyi niyetli ya da düşünceli bir davranışı safça olarak damgalayabiliyor. Açık fikirli, demokrat veya eşitlikçi tutumlar sergilemekse doğrudan avanaklık ya da öngörüsüzlük olarak adlandırılabiliyor.
Şüphesiz ki bu liste uzar gider… Ve tanımlar, kimin, kim tarafından, ne zaman, ne niyetle ve hangi çerçevede mercek altına alındığına göre de büyük farklılıklar gösterir. Varsın göstersin. “İçerideki çeşitlerimiz” arasında bir de bunlar var, “aile salonumuz” ise yok. Çünkü bunlar hepimizi etkileyen ama soyutlama aşamasında olmayan bacak kadarlarımızı düşünsel olarak henüz ilgilendirmeyen konular.
İkili karşıtlıklar meselesi, bu durumun en temel nedenlerinden biri bence. Ama bugün nedene değil de sonuca bakmak istedim. Kendinden başkasını (da) düşünebilmeyi, iyiliği, bunu sessizce kotarabilmeyi ve tabii zayıflık olarak tarif edileni bir kefeye koydum… Kaslı maslı, kerli ferli, kudretli mudretli, kodum mu oturtuyor diye, önüne gelene bir tekme atıyor, gelene geçen kükrüyor diye güçlü zannedileni de diğerine… Porselen kupamda bir ıhlamur demledim, aklımın içinde de düşüncelerimi…

Üç tane örnek atladı gözümün önüne… Ne şans ki hepsi de kadınlarla ilgili… Hepsi de onarmak, sağaltmak ve iyiliği çoğaltmakla ilgili… Üşenmeyeyim, birini yazayım:
İlki en yakınımdan. En sevdiğim arkadaşlarımdan biri. Eşiyle on yılı aşan ilişkisi ona birçok dert, üzüntü ve keder getirdi. Sevmek yetmedi, yetemezdi. Aşkın laf dinlemediği durumlardan biriydi. Belki de olmayacağı başından belliydi. Adam pırlanta gibi bir oğlan bıraktı arkadaşıma. Gitti. Hem de ne gitmek. Evden değil şehirden gitti. Şehirden değil, ülkeden, sadece ülkeden de değil bildiğin kıtadan gitti. Hani bir sonraki adım astronot olmak ya da uzayda seyahate çıkmak!
TIK YOK
Günahı boynuna, pek matah bir koca olamadı ama Allah için iyi bir babaydı. Her gün oğlunu arar, onunla uzun uzun konuşur, dijital olsa da birlikte oynar, bazen masal okur falan filan. Sonra bir gün birdenbire aramalar kesildi. Arayınca telefonlar açılmamaya başladı. Oğlan “babam da babam, ne oldu babama” diye feryat figan. Arkadaşım arıyor, soruyor, eposta yolluyor, ne denese olmuyor… Karşı taraftan tık yok!
Hatta eski kayınvalideyi ve arkadaşlarını da aradı ama heyhat meğer onlar da meraktaymış, onlar da ne olduğunu bilmiyor… En sonunda baktı ki olmuyor, oğlanı anneanneye emanet etti, uçağa atladı adamı aramaya gitti. Neyse ki oğlanla babasının birbirlerine zarfta öpücük yollama adeti vardı, adres var yani elinde.
Eski kocasının evine gittiğinde bir de ne görsün. Adam yatak döşek, günlerdir aç, telefonun şarjı bitmiş. Kalkıp onu şarja takıp doktor arayacak hali yok. Yardıma çağıracağı arkadaşı yok bu yeni geldiği yerde. Kapısına kadar sürünüp gideceği, bir hazır çorba olsun isteyeceği komşusu yok. Hala işsizmiş meğer, işi yok. Parası suyunu çekmiş, kimselere diyememiş, üç kuruşu yok. Sefil halde yani. Hasta, yorgun, bir başına, meteliksiz, ümitlerini kaybetmiş, üzgün, çaresiz…
Arkadaşımı bir anda karşısında görünce yüzü aydınlanmış. Bir yandan da ağlamaya başlamış; nedendir bilinmez, utançtan, sevinçten, suçluluktan, bir anda içinde büyüyen umuttan. Arkadaşım önce perdeleri ve camları açmış. Sonra gün ışığıyla birlikte ümidin ışığını da oğlunun babasının evine taşımış. Ona bakmış, iyileştirmiş. Oğlanı aramışlar, oğlan tabii sevinçten delirmiş.
Eski koca iyi şimdi. Arkadaşım zaten hep iyi. İyi olmasa bile çocuğu için iyi. Kim ne derse desin. Bence gerçek gücün kimde belli!