Konfor alanı diye bir yer var, içinde çabasızca kendimiz olabildiğimiz. Anadilimizi konuşmak kadar kendiliğinden. Su içmek kadar doğal bir rahatlıkla içinde var olabildiğimiz bir yer. Ve orası aynı zamanda tehlikeli aslında…
Sımsıcak bir günde zorla emziren anne kadar boğucu… Bir o kadar da çaresizce tutunduğumuz. Uçurumdan uçmaktansa bizi hayatta tutan tek el oymuş gibi… O denli zor vazgeçtiğimiz ya da hiçbir zaman arkada bırakıp kendi yolumuza gidemediğimiz… Kavafis haklı mıymış değil miymiş kendi gözlerimizle yaşayıp göremediğimiz…
Neden mi? Çünkü “Yeni bir ülke” bulmaya, başka “sokaklarda dolaş”maya kalkışmamızı engeller konfor alanı. İçimize kurtlar düşürür. “Ya boş versene allasen” diye söylenerek, mahalle esnafını, komşu teyzeleri salar aklımıza. Güvende hissetmenin güzelliğini anlata anlata bitiremez. Doğduğun evden başlar büyüdüğün sokaktan devam eder, hatırdan girer vefadan çıkar. Anılardan dem vurur, alışkanlıklardan, asla başka yerde bulamayacaklarından, anlatır da anlatır…

Anne yemeği der, baba evi der. Üşenmez, mükellef sofralar kurar, kendi elleriyle incecik yufkalar açar. Yetinmez, söyler açsın diye hanımeli, o zaten dünden razı, bir dakika durmaz balkon demirlerine dolayarak kendini buram buram açar. O da yetmez, radyoyu açar, denk geldi mi gelir işte, “Büklüm büklüm” çalar içli içli. İnsanın içi tıka basa dolar, fırtınada yelken bezi gibi… Bir de camı açar, tam olur, odaya şehrin dolar…
Diyeceğim o ki sen gideme diye olanın tüm iyi yanlarını yüksek sesle sayarken hayalden gerçeğe dönüşebilecek olana demediğini bırakmaz konfor alanı! İster ki gitmeyesin. Hep kalasın orada, kök salasın, gözünün önünde, pamuklarının içinde yaşayasın…
Adı üstünde işte, konfor içinde oturursun paşalar, leydiler gibi köşende. Odanın en sevdiğin köşesinde, en gözde içecekle elinde, belki kedin dizinin dibinde, belki sevdiceğin ya da anneciğin…
Yalnız olsan da yalnız hissetmediğin bir yerdir orası. Üzgün olsan bile seni sarmalayarak avutan bir hava vardır orada. Zaman değişse de orası hep tanıdık kalır, hala güvende olduğunu fısıldar sana orada bir şeyler.
Peki neden gider gidenler? “Çağıran bir şeyler var beni uzak şehirlerde” diye diye mi giderler?
Ya senin, gitmen mi gerek kalman mı? Senin çağrın hangisi? Yazgın neresi?
Ne acı ki gitmeyen kimse yanıtı bilemedi. Ve gitse de dönse bile aynı yere dönemedi. Döndüğünde ağaçları uzamış buldu, çocukları büyümüş, bazı tanıdıkları çoktan unutmuş…
Kalmak, teslim olmak mı demek kanaatkâr olmak mı? Kalmak, razı olmak mı demek yoksa mutlu olmak mı? Pes etmek mi, rahat etmek mi? O zaman ana soruya dönelim mi: Gitmek mi zor, kalmak mı?