Arkadaşım aradı, “hemen buluşmamız lazım” diye. Dertli, hem de ne dertli. Konuşamıyor bile. Sesi kırılmış. Onuru ve maneviyatı da… Nefesi dar. Bana iki kelime edip derdini anlatmaya kalksa durup soluklanıyor. Bir eli kalbinin üstüne konuyor; kalkıyor, tekrar konuyor. Eli ana, kalbi yavru kuş. Sanki onu yuvasında ve sakin tutmaya çalışıyor. Yüreği, yerini sevmeyen ve ama uzağa gidemeyen ürkek bir serçe… Kimbilir içinde nasıl çırpınıyor, narin vücudunu ve arkadaşımın ruhunu nasıl yaralıyor.
Arkadaşım kalkıyor, oturuyor, yürüyor, tekrar duruyor. Su alıyor, elimi mi titriyor bilmem, içerken üstüne dökülüyor. Bekliyorum, ona zaman veriyorum, duramıyorum sonra daha fazla, soruyorum: “Ne oldu? Birine mi bir şey oldu? Evlilik mi çatırdadı? (Zaten o adamı hiçbir zaman gözüm tutmamıştı). İşte mi sorun var? Ev mi yandı? Nedir?”
Dönüp bana yaralı yaralı bakışından adını koydum, bir anda: Bunun adı belirsizlik! Çağımızın bir diğer arızası! Harika!
“İş!” dedi, gözlerinde kırgınlık ve kızgınlık, iki küs kardeş! “Müdür duyurdu, ekibin yarısını yollayacaklarmış. Hangi yarısı bilmiyorum. Nedenini nasılını bilmiyorum. Zaten kimse bilmiyor. Düşünsene, kirayı ödeyebilecek miyim bilmiyorum. Ya beni de kapının önüne koyarlarsa? Sonra oğlana nasıl bakarım, arabanın taksidini ne yaparım? Düşündükçe aklımı kaçıracak gibi oluyorum. Düşünmeden de edemiyorum.
En kötüsü de ne, biliyor musun? Kendimi güvende hissetmiyorum!”
Tabii hissetmez, nasıl hissetsin ki! Dedim ya bunun adı belirsizlik! Çağımızın bir diğer arızası! Üstüne bir de kalpsiz kapitalist düzen ve açık yaraya tuz boca eden neo-liberal politikaların diğer dertleri, oh suyundan da koy!
Eskiden nasılmış: Evkafta bir memuriyet (sanırım devlet memuru demek) kaptın mı hayatın kurtuldu!
Daha sonra nasıl olmuş: İyi bir iş buldun mu, tamam sen de derin bir nefes alabilirsin: Evi geçindirip çoluk çocuğu okutabilirsin. Bir karış uzayıp kısalmazsın belki ama olsun en azından evsiz kalma tehlikesini aklınıza bile getirmeden yuvarlanıp gidersiniz ailecek. Zamanı gelince de oradan emekli olursun, bir nevi “hizmetlerin (ömrün) için teşekkür ederim” ikramiyesiyle bir ihtimal kendi evinizi bile alırsınız.
Şimdi nedir durum? Doğ, oku, sınava gir, oku oku! Bu döngü böyle kanırtarak 15-20 yıl sürsün. Sonunda yabancı dil bilerek iyi bir üniversiteden mezun ol, bir de yüksek yap üstüne. Sonra sana ücretsiz staj önerirken bile sanki “gel, bizim yönetim kuruluna başkanlık et” der gibi havalara girsinler. Sonra güç bela bir iş bul, dönemlik olsun. Oradan iyi bir projeye atla ama mutlaka projenin fonu kesilsin. Öbürüne zıpla proje bitsin, herkes ortada kalsın. İyi bir özel şirkette pozisyon ayarla, iki sene sonra başka şirketle birleşsin, o şirket de ekibi azaltma yoluna gitsin.
Nedir bu anam babam? Nasıl olacak bu işler? İnsan bu oynadığın! İnsan hayatı! Ekmeği suyu nereden geliyor bunun (ya da geliyor mu) diye soran bir insan evladı da mı yok?
Kapitalizm dünya üzerinde daha önce görülmemiş büyüklükte bir zenginlik yaratmaya kadir. Yapıyor da zaten bunu. Hani filmlerde kötü imparatorun hazine odası vardır ya, işte bu da büyük bir hazine adası ama ne ada. Gözünün önünde uzanıyor uzanıyor uzanıyor bitmiyor. Böyle tepeleme tepeleme mangırlar göğe yükseliyor. O pırlantalar, yakutlar, safirler öyle çok ki güneşte baksa maazallah, kör olur insan.
Sonra kapitalizm ağa bu kadar zenginlikle n’apıyor? Birazını da o zenginliği üreten insancıklara koklatacağına onlara kaşığın ucundan verirken sapıyla gözlerini alıyor. Adalete öyle işkenceler ediyor ki o her ayıldığından yeniden başlayan, adalet artık adının adalet olmadığına yemin ediyor.
Hani zengin evlerin şımarık çocukları vardır ya, babaları fabrikada müdürdür. O fabrikayı ayakta tutan işçilerle ve aileleriyle aynı lojmanda yaşarlar. Müdür sık sık arabasını yeniler, karısı mağaza mağaza dolaşır her gün, işi ne! Bu arada tek oğullarının renk renk, çeşit çeşit topları vardır. Plastik mi istersin, futbol topu mu, basketbol, voleybol topu mu, ne ararsan vardır çocukla! Ama nazlanır, oynatmaz topuyla, sarılır ona oturur kenarda. Oynaması gerekmez, o topa sahip olmak onu mutlu etmeye yeter. Topunu da mutluluğunu da paylaşmak istemez. Zaten başkalarını hiiiiç kendine dert etmez.
Zar zor geçinen işçiler ki işi asıl bilen onlardır, fabrikayı kuran çalıştıran, üreten başaran, çocuklarına top almayı her ay başka bir maaşa bırakmak zorunda kalır. Bir süre sonra çocuklar istemeyi unutur. Top artık onlar için bir ümit değil hayaldir. Babalar da top alamadıklarına üzülmeyi unutur. Artık top hatta kışlık ayakkabı değil de ayda bir bile olsa eve et sokmak en büyük idealdir.
Ne kayıp ama!
Çiğ süt emen insansa eğer, kapitalist düzen ne içmiş, düşünmek bile istemiyorum!