siyah beyaz ve rengarenk

Bu aralar içimden hep siyah beyaz Türk filmleri seyretmek geçiyor. 

Türkan, dolgun dudakları titreyerek, sürmeli gözlerini süzerek aşık olduğu civana baksın: “Sevemedim kara gözlüm, seni doyunca” diye ah’lansın. 

Bu aşktan habersiz olan Tarık Akan, gönlü de kendi gibi güzel, cânım adam, ağız dolusu gülümsesin, gözlerimizin içine bakarak. 

Tonton aşçı, evde kalmış hizmetçi kızla bakışarak bu kara yazıya bir çözüm arasın. 

Çünkü babacan ve kimseye durumu çaktırmasa da aslında günleri sayılı olan fabrikatör, fakir ama çalışkan gence kucak açmış. Hatta onu gizliden gizliye, kendi kızından ayırmadığı Gönül (Türkan) için beğenmiştir. 

Öte yandan, evin evlatlığı Gönül aslında babası eski bir hırsız ve hükümlü, annesi alkolik bir pavyon şarkıcısı olan bir kızmış ve geçmişini açmadığı oğlanın istikbalini karartmamak için sevdasını yüreğine gömmüştür. 

Böyle böyle şeyler olsun filmde. Daha az ya da çok absürt bir kurgu ve olay akışı da kabulüm. Gerçekçi detaylar kesinlikle makbule geçer. Mesela saçlarına çiçeklerden taç yapabilirler, tepelerdeki çay bahçelerinde dolaşabilirler, gül bahçesinde dalgın dalgın, dudaklarının kenarında belli belirsiz bir gülümsemeyle yürüyebilirler. Ayrıca ağaçların arasında koşmadan koşarak saklambaç oynamaları, (sonradan dolmuş olduğunu bildiğimiz) yuvarlak hatlı arabaları kapıları açık biçimde boğaza karşı park etmeleri vb sahneler de bence pek uygun düşer.

Kısacası ortaya karışık bir saftorikler potpurisi alayım, lütfen! İyi kalpli ve sonunda hep kazanan saftoriklerin potpurisini.

Kim isterse o kör olsun ve sonra mucize bir ameliyatla adeta hayata yeniden doğsun. Kimin sesi güzel olursa olsun, yeter ki şarkıların yorumu dokunaklı olsun. Bizim ekip bir vesileyle sokaklarda çalgı çalıp şarkı söyleyip göbek atsın. Aralarına yoksul ama mutlu gerçek insanlar, hatta sokak köpekleri katılsın. Temiz bir yürekle yaşamanın da mümkün olduğunu, “aşkın ne olduğunu” “sevmek emek” demektir ya onu, bu filmle hatırlayalım. 

Gökyüzünde pofuduk pofuduk bulutlar olsun. Güneş usulca gülümsesin. Birbirine sırtını dayamış, iki üç katlı tahta evlerin bacası tütsün, ocağında mis kokulu çorbalar pişsin. Diyeceğim o ki hayat iyilik vaat etsin. Dürüst insanların evlerinden sevgiyle muhabbeti, taze ekmekle baklava böreği eksik etmesin. Ekrana bakarken hepimiz gerçekten inanalım, insanlar sevince seviyor kardeşim oralarda. Üzülünce yürekleri buruluyor, gülerken göbekleri zıplıyor. Bu devrin insanları sebat etmeyi, mücadele etmeyi, kanaat etmeyi, tevekkül etmeyi hele de kişinin, yerinin, işinin hakkını vermeyi kendine görev biliyor.

Bunlara bakalım bakalım. Kah “Ay, ne safmış bu kız da” diye homurdanalım; kah oğlanın derdiyle dertli olalım. Kötü insanların sonunda kötülüklerinin kurbanı olacağına, sevenlerin daima buluşacağına, hiçbir iyiliğin karşılıksız kalmayacağına ve dünyayı her zaman iyilerin kurtaracağına bir kez daha emin olalım. Kendimizi kaptırıp gidelim, bu kayıp devrin ve artık olmayan şehrin kahramanlarıyla birlikte. O kadar ki böyle ağlayalım ağlayalım. İçimizde birikmiş derdimiz, gözümüzden çenemize aksın, oradan da düşüp artık yakamızı bıraksın.

Devir değişti. Dünya değişti. Sakinleri de…

“O zamanla bu zaman bir mi, mirim?” diyecek yaşta değilim.

“Biz büyüdük ve kirlendi dünya” desem dünyanın bir zamanlar temiz olduğuna inandığımı sanırlar. Oysa o kadar naif de değilim.

Ama bir ilahi adalet var değil mi? Olmalı yani? İnancı en azından… Yoksa aklını nasıl korur insan?

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: