uyusun da…

Uykunun kolları ne zaman sonuna kadar açılır? Beden yorulduğunda… Zihin daraldığında… En çok da “bugünlük bu kadar” demek olan, geç gölgeler uzadığında… Ve ne zaman teslimiyetle bırakırız kendimizi uykunun kollarına? Güvende olduğumuza inandığımız anlarda… Ya da tükendiğimiz için başka çaremiz kalmadığı zamanlarda…

Filmlerde, hikayelerde sıkça karşımıza çıkar yolculuklar… Kahramanımız ve arkadaşları yola çıkarlar, dere tepe düz giderler. Gece gündüz demeden, arkalarına dönüp bakmadan, yemek yiyip su içmeden, “100 numara olsa” keşke demeden ilerlerler. 

Ve biri “bu gece burada konaklayalım, gücümüzü toparlayalım” der demez, “ay dilimin ucundaydı” diye içlerinden geçirir, asla ikiletmeden kendilerini, ellerinde birer konserve fasulyeyle cılız bir ateşin etrafında çember yapmış otururken bulurlar.

Biri “ilk nöbeti ben tutayım” der, hoş sonra genellikle de ilk o uyur ama olsun… Diğerleri birer köşeye çekilir ve o köşedeyken de kendi dünyalarının içine…

Yalnızlık ve sessizlik, aynı uyku gibi kendinden sihirli bir ara alandır. İşaretlerin alınabildiği ama genelde es geçildiği… Seslerin işitildiği ama dinlenmediği… Hislerle sezilen ama haritasız yola çıkmayanlarca tercih edilmeyen coğrafyalar… Kim ister ki kaybolmayı? Ve öte yandan kim, en az birkaç kez kaybolmadan, öğrenebilmiş ki yolları?

Neyse dağılmayalım: Günlerdir patlatılan tabanlar, inleyerek zonklarken ve aniden duran beden durmaya alışmaya çalışırken… Yolda, bilmediği bir yerde, ağaç altında, mağara dibinde ya da uluorta, bir bankta mesela… Nasıl uyur insan uykudaki halinin korumasızlığını bile bile? Ve nasıl devam edebilir yola, hiç uyumadan, yarı uyuklarken ayakta duramasa bile?

Uyku, değişimlerin olduğu zamanmış. Bebeklere, çocuklara “uyu da büyü, eee” derler ya, ondanmış. Minikler büyür, bedenin ve ruhun da çoğu hastalığı iyileşirmiş uykuda… Uyku bizi kollarına alıp bir buluttan beşik gibi nerede olduğunu asla öğrenemeyeceğimiz ama içini dışını ezbere bildiğimiz yerlere götürüp getirdiğinde olur bitermiş bütün bunlar. Her gece, ardı ardına…

Lazımmış yani, uyku dinlenmek dışında da birçok şey için şartmış…

Oysa uyuyamayan insanlar tanıyorum. Her yola yalnız çıkıyorlar, çember yapacak ve uyurken başlarını bekleyecek kimseleri yok… 

Hem anne hem baba görevi yapan kadınlar var, seviyorum. Hamile kaldıkları o andan bu yana, yavruyu kollama görevini bir süreliğine teslim ettikleri bir başka güvenilir yetişkin yoksa yanlarında, bir gece olsun derin uyumadıklarına yemin eden. 

Ben zaten baykuşun önde gideni, kendimi bildim bileli!

Düşünüyorum da başka kimler var kim bilir uyuyamayan. Açlıktan, soğuktan, sarhoş kocadan, hastalıktan, hava saldırısından, korkudan, kaygıdan ve umalım ki kat be katı aşktan, heyecandan ve mutluluktan!

Oysa uykumuz kendiliğinden çıkıp gelse… Uzun uzun esnesek arka arkaya… Gözlerimiz kapanmak için kapaklarına yalvarsa… Aklımızın hoşnutsuz sesi kendiliğinden kısılsa… Akışa teslim bir iyilik dileğiyle uzansak şuracığa… Dünyanın biz kalkana kadar yıkılmayacağına, daha da önemlisi, uyuyana yılanın bile dokunmayacağına inancımız tam olsa… Bana uyar a dostlar! Son yatan ışıkları kapatır mı zahmet olmazsa!

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 237

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: