“Bu kadar uzun süren yas mı olurmuş; ölenle ölen bu insanları da hiç anlamıyorum” diyor ya bazı insanlar. Ben de onları anlamıyorum. Cidden! Onlar gerçekten insan mı yoksa filmlerdeki insansılardan biri mi, onu bile anlayamıyorum. Gerçekten!
Ekmeğini adilce kırıp bölüşerek, gülüşerek yemeyi zaten çoktan “ay inşallah bir gün” listesinden “çok zor be hocam” kategorisine geçirtmişlerdi. Gözleri, gönülleri o kadar açtı ki ekmeklerin çoğunu taze taze alıp bayatlatarak atmayı, onları pay etmeye yeğlemişlerdi. O da artık anlaşılmıştı.
Olsundu, çalışkan kâğıt emekçileri, ekmeğini taştan çıkarmaya zaten alışıktı. Varoşlardaki lokum yanaklı evlatların yüzleri bayat ekmeği suyla karışık sütle yumuşatıp yavrularını besleyen anaları sayesinde yuvarlanmıştı.
Evi, bankada parası ve etrafındakilerin de o paraya saygısı var diye her şeyi var sananlar var ya. Onların gerdanlarına ya da en küçük parmaklarına taktıkları taş kadar katı olabiliyor bazen kalpleri. Bazen de ne kadar az malı mülkü varsa ahlakı da o kadar kıt oluyor birilerinin.
Nedeni ne olursa olsun. Eskiler istediği kadar “bıçak yarası geçer, dil yarası geçmez” desin. Bazı insansılar çatallı dilleriyle gönülleri yaralamayıp berelemeden duramıyor. Bunu görür, bunu söylerim, kardeşim. Eskiden, ayıp diye bir şey vardı, bizim çocukluğumuzda. Ve hayır, henüz iki yüz yaşına girmedim!

Bırak milleti kırmak amacıyla cümleleri nefessizce sıralamayı, birine gözlerini dikip reklam molalarıyla tek bölümü beş saat süren TV dizisi izler gibi uzuun uzuun bakmazdın. Ya da önüne gelene, yedi ceddine sövmüş de vaktin olsaydı onun ağzını burnunu kıracaktın gibi ters bakışlar atmazdın. Şimdi dil kürek ve millet o kürekle birbirinin ağzına, kafasına vurmaya bayılıyor adeta. Sanki bu gerçek hayat değil, artırılmış gerçeklik! Veya vurduğun yer acıyıp incinmiyor, orada güller bitiyor!
Ne yapsan birilerine göre suç. Bence ihtimaldir, yakında nefes almak dahi birileri tarafından yargılanmak ve hatta yargılanmadan mahkûm olmak için bir neden olabilir. Neden olmasın ki?
Kendi gözlerimle okumasam inanmazdım: Ona taka, buna taka, insanların yasını bile kafaya takmaya gelmiş iş! Ne insafsızlık! Ne hadsizlik! Ne zavallılık! Hadi kafaya taktın diyelim be şuursuz insansı, diline ne diye dolarsın? Bak, şair “en fazla bir yıl sürer yirminci asırlarda ölüm acısı” diye söylemiş acı acı. Bari bir yıl izin verseydin insanlara yaslarını doyasıya yaşamaları için.
“Bu kadar uzun süren yas mı olurmuş; ölenle ölünür müymüş? Anlamıyormuş.” Zaten anlamanı bekleyen yok pek, bak etrafına, ben bekleyen kimse görmüyorum, ya sen? Hayır, zaten sen anlasaydın şaşardım ben. Bak, arkadan bir el kalktı, bak solda evet, o da şaşarmış!
Duyan da sanacak ki anlamayanı da gömüyorlar mevtanın yanına! Yasını yaşayanı anlamıyormuş ya. Kendisinin bu kadar derin bir yas yaşamamasının ne kadar büyük bir şans olduğunu anlamıyor o asıl! Ve hakkında atıp tuttuğu insanın yüreğine nasıl bir ateş düştüğünü anlamıyor. O ateşin belki bir gün kendi ocağına düşeceğini anlamıyor.
Hiç anlamasa keşke, düşmanıma vermesin diyeceğin kederler de vardır hayatta. Yas mesela!
Öte yandan, insan birini kaybettiğinde hayat hepten durup toptan bir yas başlıyorsa. Ve yedi gün sonra, kırk gün sonra, bir yıl sonra, on beş ay sonra hayat kademe kademe yeniden, yavaş yavaş başlasa da bir daha hiç tam ve tamam olmuyorsa.
İnsan olana, saygı duymak, sevgi vermek, el uzatmak, dinlemek, arka çıkmak ve sürekli değişen duygularına “eyvallah” demek yakışır.
Yas tutmak da yaşamak da insana ait. Her şeyin kendi zamanı var ve neyin zamanı gelirse o vakit o yaşanıyor. Kaçışı yok. Yaşamak durağan değil ki bir yolculuk.
Onun çok eskiden yediği portakaldaki vitamindin. Sonra o gece o son portakalını yedi ve yıldız tozlarına bulandı, yürüyüp ışığa gitti. Sen de bir gün sayılı gününü tüketeceksin. Ceketini almadan, buralardan geldiğin gibi teklifsizce gideceksin. Şanslıysan eğer. Onun ya da kendi torununun kalbinde yaşayacak bir avuç yıldız tozuna dönüşeceksin.
Biri arkandan yas tutmuş, tutmamış! İhtimal, ruhun bile duymayacak. Ama olsun, derinlerde bir yerlerde, bilmediğimiz, sadece hissedebildiğimiz o başka evrende portakal çiçekleri hep yıldızların altında uyuyacak.
İyi uykular, tatlı rüyalar…

Aliye Mutlu – Seni Alırsa Fırtına & Sto Pa Kai Sto Ksanaleo
“portakaldaki vitaminden yıldızlara” üzerine 0 görüş