Hayata iki türlü bakabiliriz: Her şey zamanla kaybolur diye düşünebiliriz. Ya da Paulo Coelho’nun sözündeki gibi “Her şey zamana kaydolur” diyebiliriz. Ben ikincisini seçenlerdenim bu gece. Değil mi ki ellerine son kez dokunmamın üzerinden yıllar geçmişken tek gördüğüm onlar bugün bütün gün. Değil mi ki neye inandığıma bağlı akıl sağlığım…
Hem zaten içinde olduğum andan daha gerçekse çok eskiden seninle birlikte olduğum o an, senin kaybolup gittiğine nasıl inanabilirim? Yokluğunu her gün hatırlarken bugünü, o gün olan bugünü kendi gözyaşlarımda boğulmadan nasıl atlatabilirim? Daha da önemlisi atlatmak istiyor muyum acaba bir sorsana bana? Yoksa kendini dalgalara teslim eden ama hızla dibe giden bir taş gibi gökyüzüne veda mı etmek isterdim ben de.
Emin olduğum bir şey varsa o da şu: Yanındayken doyamadığına uzaktayken hiç kıyamıyor insan. Keşkeleri çuvallara doldurup yaksa da tepelere götürüp aşağılara atsa da o keşkelerden yakasını kurtaramıyor. Barışılamıyor o yasla, o kayıpla, o yürek burkulmasıyla. Ondan miras kalan öküz kafası kadar kalbinin ortasında yokluğuyla bir oyuk açılıyor. O yankılı, acılı boşlukla yaşanmıyor. Daha doğrusu onun adına yaşamak denmiyor!
Neyse ki kaybolmadığını biliyorum. “Her şeyin zamana kaydolduğuna” inanıyorum. Bunun “böyle yarım kalmayacağına” inanıyorum. Buluşma gününü bekliyorum.
Bir sahur masasında yakaladı yazı(nız) beni. Birkaç kez başa sardım. Hiçbir acının bir diğerine eş olmadığını biliyor olmama rağmen tanıdık bir acının peşinden koşarken buldum kendimi. Şarkı biraz daha derine soktu bıçağı. “Elbet bir gün buluşacağız / Bu böyle yarım kalmayacak.” Sonra -neredeyse- on iki yıldır dilimden hiç düşmeyen, bundan sonra da düşmeyecek olan cümlelerimi tekrar ettim: “Vuslatı mahşere kalmış ayrılıkların hasreti var içimde. Hüznünü gizlediğim.”
“Benim içimde yanan ateş var” sözünü iç çekmeden söyleyememek ne demek… Bilmemeyi dilerdim. Kimseler bilmesin isterdim. Yangınınızı, acınızı açıkyüreklilikle paylaştığınız için çok teşekkür ederim.
Emeğinize sağlık