ganimet kadın, emanet hayat!

Başı sonu yok. Sadece güneş. Çatlak toprak. Çatlak cam, kapalı kalın perdenin arkasında saklanan. Korkudan, güçsüzlükten, tam orta yerinden çatlaya çatlaya yaşama katlanan yürek… Kum fırtınası gibi yağan kötü haberler. Koca bir belirsizliğin ortasında. Sahip çıkılmamışlığın, insan yerine konulmamışlığın, hak tanınmamışlığın göbeğinde… 

Hayat değil bu, dört bir yanı ufuklara kadar uzanan bir mahrumiyet bölgesi. Ömür değil, gün saydıran bir çile. Kadın değil, seks makinesi, kuluçka makinesi; ev, mutfak ve çamaşırhane işçisi; adına barış denen devirde bile…

En yoksul hanelerin dahi güzel anları olurmuş; zengin deneyimlerle kalbi kıvandıran dertsiz zamanları… Ferah bir oh çektiren, içini gıdıklayarak güldüren anıları… Oysa buradaki, ayak tırnağından tepedeki saç teline kadar, yürüyen, nefes alan, ağırlaştıran, yoğun kıvamlı, maddi manevi bir yoksunluk! Bitmeyen bir mahkumiyet…

Beş yaşlarındayken, bir kız çocuğu olduğunu anladığında başlayan, kendi hayatının ona ait olmadığını kabullenme hali bu! Dünyaya gönlünce var olmaya değil, onu doyurana hizmet etmeye geldiğini bildiği o an. Belki kaderine lanet ettiği, belki şansının yaver gitmesi için dua ettiği ama umutlarının çoğunu istemeden teslim ettiği… Kolay kolay içine sindiremediği ama baş edemediği ve arkasında bırakıp gidemediği… İhtimal ki o hiç sevgiyle okşanmamış başı, tahtaya vurmadan sonlanmayacak bir ruh hali! Kafasına kakıla kakıla içselleştirdiği bir durum… Ehlileştirilmiş fil gibi yazık edilmiş bir kadın… Çarçur bile edilemeden akıp gitmiş bir yaşam…

Neden böyle bu? Gelenekler mi, coğrafya mı, zaman mı, bilmiyor. Sormuyor zaten. Önemi var mı ki hangisinin olduğunun? Çözümü var mı, varsa onun elinden gelen var mı? Sanmıyor. O sadece yaşadığını biliyor. Kaçmaya çalışmasa, sadece aklından geçirse bile yakalandığını, cezalandırıldığını, onursuzlukla suçlandığını biliyor… Ne eğitimsiz, besinsiz bırakılıp ziyan edilmiş aklının, ne evin içinde odadan odaya dolaşmaktan başka şey bilmeyen ayaklarının onu gidebilse biran düşünmeden gideceği uzaklara taşıyacak güçte olduğunu, onu da biliyor.

Şimdi yine kötü haberler geliyor arka arkaya. İyice tıkanacak artık boğazları. Ok yaydan fırladı… Zorla bastırılan yay elden kurtuldu, hınçla göğe zıpladı… Boğazını sıkan tutsaklık hissi, zevk almak değil vermek için yaratılan tüm deliklerini hoyratça genişletir hatta yırtarken, boğazını keyifle sıkan barut kokulu gerçek ellerle birleşecek yakında…

Sadece onun başına gelecek olsa yine iyi ama…

Sabah ezanından önce kalkıyor. Mutfakta bulduğu ne varsa, fakir şöleni gibi bir sofra hazırlıyor kendine ve iki küçük kızına. İkisi de nasıl güzel, ay parçası, oya suratlı… Kaderleri kendileri kadar güzel olsa keşke… Ama öyle olmayacak, onlara söylemedi hiç ama kendi çok iyi biliyor. Bu topraklarda yüzün ne kadar güzelse bahtın o kadar kara olur. Herkes bilir bunu. Öyle ki bazı kızların çirkin pşası, yüzünü çamura bulayası gelir. 

Sofrayı kurarken de, onları uyandırmaya içerdeki odaya giderken de havada yürür gibi ayak sesleri, kendi gibi, yok gibi… Onları öperek uyandırırken yavrularına göstermeden, kolunun yenine siliyor gözyaşlarını…

İçinde karar vermenin getirdiği garip bir rahatlama var; keder dediğinse zaten kendini bildi bileli ruhunda bir demirbaş. “Hadi” diyor, “bu sabah karnımız güzelce doyacak”. Bir elini bir kızına diğerini öbür kızına veriyor. Usulca mutfakta yiyorlar yemeklerini. Sofrayı öylece bırakıp “Hadi” diyor, dışarıya çıkarıyor onları, bir maşrapa su döküyor toprağa, yine usulca. Adeta aşkla ellerini daldırıyor içine. “Hep biz de oynayalım oğlanlar gibi derdiniz, hadi” diyor. Çamura bulanıyor gülümseyerek, kızlar da arkasından. “Gelin, dama çıkalım, güneş doğacak, ona bakalım” diyor neden sonra. 

Derme çatma merdivenden sağ salim çıkarıyor onları yukarıya. Sonra yine biri bir tarafında, öbürü diğer yanda damın ucuna kadar gidiyorlar. Diz çöküp ikisini de koklaya koklaya öpüyor. Sarılıyor, yine yine öpüyor. 

Şimdilerde gün aydınlanmaya başlamıştır artık. Vaktin geldiğini anlıyor. “Elele tutuşun bakalım” diyor elleriyle birlikte kaderleri de birleşen kızlarını son bir kez öpüp geri geri itiyor. İki küçük tok ses geliyor çarptıkları yerden. Ne bir ah, ne bir çığlık! Sadece kızların bir anda şaşkınlıkla devleşen gözleri… Gözünde yaşlarla gülümseyen annelerinin içine işleyen…

Görevini tamamlamanın mutluluğu, görevin kahreden ağırlığıyla birleşip üstüne çullanırken can havliyle aşağıya koşuyor. Nefes almadıklarından emin olunca gözlerini kapatıyor. Hafifçe saçlarını okşayarak vedalaşıyor, dokunmaya, hele kimselere dokundurmaya kıyamadıklarıyla….

Hızla tahta merdivenlere seğirtiyor gene, daha on dakika önce üçünün güle oynaya birlikte çıktığı merdivenlere. Yüzünü yapış yapış eden yaşlardan hiçbir şey göremiyor artık. 

MİNİK BEDENLERİNE KAPAKLANARAK

Dama çıktı, güneş tepede, horoz başladı ötmeye… Hızlanması lazım. Nereden aklına geldiyse, çocukken koşmayı çok sevdiği ama hiç istediği gibi koşmasına izin verilmediği düşüyor aklına… Damın öte ucuna koşuyor, orada durup kızlarının gittiği tarafa doğru geri koşmaya başlıyor. Nasıl süratli koşuyor, uçar gibi, tam bulutlara yükselecekken son anda ayağı takılıyor. Düşüyor, sürüne sürüne kenara ulaşıp kendini güçlükle aşağıya bırakıyor. Çocukken gölgesinde oynadığı ağaçla evlatlarının yattığı yerin arasına düşüyor.

Kızının sesine kalkan, onları ne zamandır gölge gibi izleyen annesi, kızının da torunlarının yanına vardığından emin olmak için kızına doğru gidecek oluyor… Ama dönüp önce torunlarını yokluyor, gitmişler… Kah ona sarılıyor kah ona minik bedenlerine kapaklanarak… Sonra kızının başucuna gidiyor, ilk göz ağrısına. İnlediğini duyunca bir an ne yapacağını bilmiyor. Kızının can havliyle işaret etmesi üzerine mendilini çıkarıp onun ağzına tıkıyor, istemeye istemeye. Uluyor artık acıdan adeta… Kızı nefessiz kalıp gülümseyerek son nefesini verince mendili alıp kendisi çiğnemeye başlıyor bu sefer. Kızının tadı, onun acısı ağzında… Hem gülüyor hem ağlıyor, içine içine… Deli gözlerle… Bir insan sesine benzemeyen, tekinsiz sesler çıkararak. Sonra sessizce içine kanayarak… Kurtulduklarına seviniyor… Yaşayamadan ölmelerine üzülüyor… Haykırarak. Kendinden geçerek… Kendi de yok olamadığı için delirerek…

ACI ÇEKEN NEDEN HEP KADINLAR?

Ne oldu böyle onlara? Oysa bu yaşa gelene kadar her şeyi gördüğüne inanmıştı. Çekecek acısı kalmadığını sanırdı. Nasıl da yanılmış, kahrolarak anlıyor şimdi. Toza ve hala ıslak toprağa bulanmış iki nesilden üç yavrusuna sarılıp iç çekerek sallanırken ileriye geriye, hala bilemiyor neden oldu tüm bunlar. Dünya neden bu kadar zalim? Acıları çeken neden hep kadınlar?  

Zalim olan kızı olabilir mi, yoksa kendisi mi? Her şeye öğretildiği gibi “peki” dese de hiçbir şeyi pekiyi edemedi, öyle öyle ömrü kahırla geçti. Canlarını kurtarmak uğruna onları bırakıp başka hayatlara koşan köyün tüm genç erkekleri gibi silah tutsaydı eli. Okuyabilseydi, para kazanabilseydi, kendisi için ama daha çok kızları ve torunlarını korumak için savaşabilseydi. 

Neden böyle bu? Gelenekler mi, coğrafya mı, zaman mı, bilmiyor. Soruyor içinden aslında. Artık soruyor! Ama “ölen öldükten sonra neden öldüğünün gerçekten önemi var mı ki?” diye soruyor içinden bir ses. Yıkık dökük cevaplıyor: “Ona da peki!” 

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 240

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d