demir anne, pamuk anneanne

Bunları yazdığımı duymasın ama geçen gün en sevdiğim arkadaşlarımdan biri aradı: Nasıl kızgın, nasıl delirmiş sinirden, çizgi filmlerdeki gibi sevimli kahramanlar gibi burnundan duman, ağzından ateş çıkıyor adeta. Dudaklarının arasından kelimeler değil lav akıyor ve o kadar kızmış ki ben daha “ne oldu, hayırdır?” diye sorana kadar o olan biten her şeyi bir çırpıda anlatıyor. 

“Bir çırpıda” dediysem tam da öyle değil aslında. Biraz detaylara, hatta doğrusu ya, en ince ayrıntılara girerek anlatıyor. Dinliyorum, dinliyorum, dinliyorum… Bu arada evin içinde turluyorum, koca bir bardak dolusu sütlü kahveyi içiyorum. Sonra baktım o bitti, yenisini dolduruyorum. Bu arada hala dinliyorum. Saçımı tarıyorum. Koridoru arşınlarken önünden belki onuncu kez geçtiğim aynayı belki altıncıya düzeltmeye çalışıyorum. Hala ve inatla yamuk, boş verip halıdan yanmaya başlayan ayaklarıma aldırmadan bilmem kaç bininci adımımı atıyorum. Ve en sonunda artık daha fazla dayanamayıp teşhisi patlatıyorum: “Aaa, bildiğin demirden anne, pamuktan anneanne sendromu bu!”

Tabii ki bana kulak asacağına, dahiyane teşhisime öfkeleniyor bu sefer de: “Sen de her şeye bir sendrom kulbu uydurmaya bayılırsın!” Küstüm, susuyorum, konuşmuyorum hemen… Hislerini anlıyorum ama anlaşılmayı ve karşılıklı iletişim kurmayı da önemsiyorum. Ne diyeceğime karar vermeye çalışırken aradığından beri söylediklerini aklımdan geçiriyorum… 

Özet geçmek gerekirse, arkadaşım yine annesinden yana dertli. Çocukken, o büyürken, ilk cümlesini kurarken, cam sehpanın kenarına dizini vururken, basketbol maçında turnikeye çıkarken, ilk kez bir oğlana aşıkken… Bu ve benzeri, tüm o sıradan görünüp hayatın unutulmayan anlarını içinde saklayan anılarda yanında olmayan… O zamanlarda ve genelde onun etrafında, evde bulunmak yerine çalışıp para kazanan, sıkı bir kariyer yapan ve kendince haklı sebeplerle hayatta bulduğu anlamın temelini bu ikisinin etrafında kuran… Yani belki de ruhunu kurması beklenen “yuva”dan ve doğurduğu tek çocuktan, kızından sakınan annesinden yana dertli…

İkimiz de hala susuyorduk ki sahte bir sinirle o başladı söze: “Yine haklısın! Sinir şey!” dedi bana. Sonra devam etti sanki avuçlarında saklamayı istediği küçük bir sesle: “En çok bu kadar sene sonra hala bunun ruhuma bu kadar dokunmasına, kalbimi kırmasına ifrit oluyorum! Hala ya! Hala! Üstelik ben bebekken ya da çocukken eve zor uğrayan kadın şimdi ’torunum da torunum’ diye kendini paralıyor. Bıraksan kapıda, paspasın oracığa kıvrılıp uyuyacak…

HIZLA YAKLAŞAN HÜZÜN BULUTLARI

İnsan kızının telefonundan torununu günde, bazı zaman altı yedi kere arayıp bir kere olsun “Eee sen nasılsın bari?” diye sormayı aklına getirmez mi? Sanki ben onun kızı değil de torununa bakmakla yükümlü maaşlı elemanıyım. Torunu için bu kadar helak olacağına o ilginin binde birini olsun zamanında bana vermeyi akıl edebilseymiş keşke. O zaman üçümüz de çok daha mutlu olurduk şimdi.”

Kızını görmezden gelen başarılı bir iş kadınının kendini geç gelen tek oğluna adamış ressam kızı, benim canım arkadaşım. Annesi neyse tam tersi o! Şefkatli, empatik, ilgili, pedagoji konusunda bilgili, çocuğuna zaman ayıran, hatta bana sorsan bu konuda bayağı bir abartıya kaçan bir kadın. O, kızı kucağındayken tek bir fotoğrafı bile olmayan annesine inat, bebeğini göğsüne sarıp her yere yanında götürerek büyüten bir kadın.

“Sanatçısın ya illa dramatize edeceksin!” diye püskürttüm telefonun iki ucundaki bizlere hızla yaklaşan hüzün bulutlarını. “Yaralı yürek iş başında!” diye devam ettim. “Hayatım kaç kere konuştuk bunları. Sen bebeğini ruhunla büyütüyorsun seninki dadıyla büyütmüş. Sen 21 saat sancı çekip suda doğal doğum yaptın, o iki toplantı arası sezaryenle işi şipşak halletmeye kalkmış. Sen anneliği bir yaşam biçimi olarak öpüp başına hatta kalbine koydun o, o hayatı boyunca bir kere bile yaşayışını değiştirmeyi düşünmemiş.

Ayrıca sen yaşadığım tüm o yoksunluklara rağmen hayatımda gördüğüm en harika annesin. Dahası, oğlunla ikiniz birbirinizin içine sızmış denizler gibisiniz. Müthiş bir bağla bağlısınız birbirinize ve hayata. Baksana bir, onun nesi kaldı kalp krizi geçirip şirketi devrettikten sonra? Botoks yaptırmayı bile bıraktı kadın. Cemiyet sayfalarında boy gösteresi bile kalmadı, maazallah!” 

YARINDAN TEZİ YOK

Sustum, tarttım sessizliği. Suskunluğu uzayınca devam ettim: “Anla artık ayol, kadın seni ağaç kavuğunda bulmuş!” İşte bunu söyleyince ben, daha fazla dayanamadı o da: “Yok” dedi “Bence o zamandan el atından bir taşıyıcı anne bulmuştur o.” “Hadi canım” dedim “O teknoloji çok yeni değil mi daha?” “Onu bilmiyormuşsun gibi konuşşuyorsun!” diye devam etti. “O yöntemi icat ettirip patentini bile almıştır o!”

Önce gülüştük. Sonra susuştuk. Beş on saniye sustuktan sonra “doğru” dedi, eminim yüzünde hüzünlü bir gülümseme var şimdi. Ve loş bir köşede yaralarını yine bir başına yalamaya hazırlanıyor ufaklığı uyutup… 

“Unutma!” diye aniden sesimi yükselttim onu düşmeye başladığı karamsarlıktan çıkarıp gün ışığını hatırlatabilmek için. “Teklifim hala geçerli. Seninki bu yaştan sonra değişmez! İlla iyi bir anne istiyorsan hala seni evlat edinebilirim! Soranlara ay sorma canım, çok erken doğurdum. Sorma gençken pek fingirdektim” deyiveririm. Hem ‘önemli olan genlerin değil, hislerin! Yanındayken yuvanda olduğunu hissettiğin kişilerden oluşur ailen’ diyen büyük dünya düşünürü sen değil miydin?”

Hem annem hem kızım, hem arkadaşım hem sırdaşım olan ruhdaşım kahkahalar arasında “Tamam” dedi. “Yarından tezi yok, işlemleri başlatmak için harekete geçelim annecim’!”

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: