Canım ülkemde, neyin uygun karşılanacağına ve neyin “tü kaka” edileceğine dair sınırlar kuşkuya yer bırakmayacak kadar net! Ve bunun getirdiği iki ilginç sonuç var: Birincisi, birçok insan bu kuralları ya da normları veya sınırlamaları, artık adına ne dersek diyelim, pek tutmuyor. Ve bu yüzden de beyaz yalanlardan çok daha karalarına, her renk ve tonda “alternatif gerçekler” hayatımızı kaplıyor. Mesela “Ayşe ile ders çalış’caz, bu hoca çok zor soruyo’ anne” aslında “Okuldan arkadaşlarla alışveriş merkezinde gez’cez”demek oluyor.
Yalanların rengi koyuldukça, gerçeklikle arasındaki mesafe uzadıkça ve kullanımı sıklaştıkça durum, giderek içinden çıkılmaz hale gelmeye başlıyor. Mumun yatsıya kadar yanmadığı durumlarda bile bireyler birbirinden uzaklaşıyor, yanındakini tanıyamaz oluyor ve ikiyüzlülük ilişkilerin saflığını zedeliyor.
Kurallar çok ve sıkı dedik ya, bunu sağlamak için gerçek bir şefkat müessesi olan toplumun en sağlam silahı kalabalık gönüllü ordusu! İkincisi de bunlar işte: Ahlak polisi, okul zabıtası, moda bekçisi… Liste uzaaar gider… Her konuda ayrı ayrı görev yapan ve hepsi de alanında birer otorite olan “hiç öyle olur mu” yetkilileri… Onlar hayatın her kuytusuna sızan, sivil düzenin korkusuz neferleri!
Bunlardan bazıları gerçekten de işlevsel olabiliyor yer yer. Mesela “eve bugün kim girdi çıktı” komşu teyzesi, telefon açıp “Fatoş, sizin pencereden duman çıkıyo’ sanki, ateşte yemek mi bıraktın kız gene?” demesi sayesinde evi kül olmaktan kurtarabiliyor. “Apartmanda at gibi koşturmayın” apartman yöneticisi kişisi ses kirliliğini önlemekte fayda sağlayabiliyor.

Ya da “dersler nasıl bakiim’” sorumlusu amca, babanın kulağına “Seninkini yine okul saatinde dışarıda görmüşler” diye üfleyiverince evde yaşatılan zorunlu motivasyon seansları, bir anda gencin akademik hayata gönül vermesine yol açabiliyor: “Mekatronik mühendisi ol’cakmış, aniden karar verdi. Yok ben de tam bilmiyorum ne iş yaptıklarını ama istiyo’ çocuk, olsun varsın!”
Ama bunların daha beteri var, bir de beterin beteri var: Misal “orayı yazmasın hiç boşuna, zaten kazanamaz”cılar… “Öyle de meslek olur muymuş”cular… “Ev kızı olsun, ne işi var okumakla”cılar, “tamam okudu işte ama yeter o kadar artık evde otursun”cular, “onun kazanacağı para neye yetecek ki otursun oturduğu yerde”ciler, bunlar da kardeş, tabii… Bitmedi daha biter mi… “Bu ne zaman evlenecek”ci tayfa… “Onlar hala çocuk düşünmüyor mu” kişileri ve onların ikizleri kısık sesli “olmuyor mu acaba”cılar…
En ifret olduğum gruplardan biri de “kızını dövmeyen neresini döverci”ler… Ana babaların aslan oğullarına pek bulaşmayan bu iyi niyetli sosyal tugay, oğullar dışındaki tüm evlatların korkulu rüyası. Sadece kızların değil, farklı cinsel yönelimlere sahip olan her gruptan bireyin…
Moda polisi, marka ajanı, prestij yetkilisi ya da itibar memuru… Bunlar da günlük hayatta ufak tefek görünen sınırlamalarıyla yaşantımıza soktukları burunlarının sevgiyle okşanmasını hak ediyor etmesine…
Hele “anne öyle olunmaz böyle olunur”cular başlı başına zorlu bir kategori, hormonlu yeni anne kafasının püsküllü baş belası! Nuh deyip Peygamber demeyen, bilimi izlemeyen, bu yüksek dişi enerjili ve dişli kimseler, düşmanıma bile dilemediğim türlerin başında geliyor. “Bebeğe ilk altı ay su verilir mi?” “Çocuk yaz kış illa fanila giymezse zatürre mi olur, menenjit mi?” bütün bu soruların cevabı ve dahası bunlarda. Onlara soru sormayan pişman, soran çok pişman! Zaten asıl sorun onların sormadan söylemesi ve dur durak bilmemesi!
Fakat bence yine de on numara beş yıldızı alanlar, sayıları saymakla bitmeyen “ahlak polisleri!” İçinden geldiği davranma ediminin hemen her türünü kabul edilemez sayanlar. Örnekse yüksek sesle gülmek, yürümek varken koşmak ya da zıplamak, konuşmak varken neşeyle bağrışmak, abuk sabuk renklerde giyinmek, olur olmaz gülümsemek, kısaca saçma sapan davranmak…
Bunlar yaşamadıkları ya da yaşayamadıkları için yaşatmayanlar; üstelik bunu aşkla, tutkuyla, inatla yapanlar!
Bunlar parkta öpüşmeyi, sokakta el ele yürümeyi, sıcak bir kucaklaşmayı yanlış ve ayıp olarak yaftalayanlar… Ahlakı apış aralarında, saçta başta, kılık kıyafette bulanlar… Aynı zamanda “O da ona güvenmeseymiş, efendim” “O da o saatte oraya gitmeseymiş” gibi alabildiğine vicdanlı ve aklı başında sorularla zayıf ve mağdurdan yana olacaklarına suçtan ve suçludan saf tutanlar. Yargılayanlar, suçlayanlar, derdi iddia ettikleri gibi doğru yola getirmek bile değil, cezalandırmak ve hatta belki yürek kırmak olanlar!
Ülkedeki çoğunluğun “eş dost ne der”ci olduğu düşünülürse… Ahlak polislerinin kem gözlerine ve yılanlı dillerine denk gelmemek için taa ruhumuzun içinden gelen nelerden vazgeçtiğimizi hatırlayan var mı? Gerçekten iyiliğimizi isteyen bile isteye kötülük yapar mıydı?
Çok kendine özgü yazılardan biri daha.. hafızamdakileri organize etme olanağını sunduğunuz için çok teşekkür ederim. Bu kadar etkili ve çözümleyici özetlenemezdi bir konu, veya bir seri ilintili konular silsilesi.. 😉 Kardeşlik ilkesinin (eşitlik, özgürlük, kardeşlikten sonuncusu) ne kadar baskıcı yönlere çekilebileceği geldi bir yandan da aklıma. Hayrola? Kim? Tülay burada oturmuyo ki, onun kardeşi mi o, sen onun nesi oluyosun? (Kim o, Tülay’ı mı soruyomuş, Tülay yok, niye oğlum?)
“Yok onlar, taşındı, yok. Siz nesi oluyo’sunuz, ne vardı?” diye burun sokmak için yaşayan çoğunluğun selamını nezaketen almaktan yürek yorgunu olanlara selam olsun Ödül beyciğim! İyi ki varsınız.