Yepyeni bir defterin ilk sayfasıyla kıyasıya bakışmak, ona ne yazacağına karar vermeye çalışarak… Ya da genç yaşında, önünde upuzun bir ömür olacağı inancıyla bakmak hayata… Her şey mümkün, hepsi hakkın ve sadece birkaç adım ötendeymiş gibi görünürken…
Çok eskiden seyrettiğim, adını bırak, konusunu bile artık hatırıma getiremediğim filmden unutamadığım replik: “Ah gençlik. Vaat eder, vaat eder, aldatır!”
Gençlikte kurulan hayallerle yaş kemale erdiğinde gelinen yer arasında geçen zaman: Hani bir hikaye ya da romanda gelişme dediğimiz, o olay örgüleriyle, renkli karakterlerle, türlü mekanlar ve yaman çelişkilerle dolu zaman.
İşte tam o arada ne oluyorsa oluyor ya da hiç olamıyor. O diploma alınıyor ya da hayal oluyor. O terfi alınıyor ya da başkası kapıyor. O kız/oğlan alınıyor ya da yerini ayrılık acısı alıyor. Bir kapı kapanırsa başkası açılıyor insanın önünde. Başka yollar açılıyor, o yollar diğerlerine kavuşuyor.

Ardından ilk adımların devamı geliyor. Falan da fiş mekan. Öyle öyle geçiyor zaman. Yokmuş gibi, bir taraftan da çokmuş gibi. Nasıl ikisi aynı anda oluyorsa ama oluyor işte. Mesela saatler bazen ne kadar yavaş akıyor ama sonra bir bakıyorsun hop, geçenler saat değil seneler!
Bence insan pek de bilemiyor hayatının o bomboş saatlerini, günlerini nasıl dolduracağını, önceleri. O beyaz sayfalar kolay kolay kayda değer bir kelam ya da eskizle kıymetlenmiyor.
Zaten belki de o yüzden, toplumun hayatın nasıl, hangi olay sırasıyla, oyunculardan kimler kimlerle, fonda nerenin havaları çalarken, hangi iç ve dış mekanlarda oynanacağını, bu sırada ne giymenin ve nasıl davranmanın uygun olacağını, bizim için zahmet verip en ince ayrıntısına dek itinayla öngören kurallarına bu kadar kulak asıyoruz.
“Ben buraya niye geldim?” “Yaşama amacım ne benim?” “Beni ne mutlu eder?” “Nasıl bir eşle uyansam sabahları tadından yenmez?” “Ya da benim hayatımın mottosu ‘Bekarlık sultanlıktır mı?’” “Ömrün son demleri gelip çattığında ‘Böyle de hayat mı olurmuş?’ diye öflememek ve akla gelen anıların topuna keşkelenmemek için ne yapmak gerekir?” Ne zor sorular değil mi? Nereden de aklıma geldi? Sorsan bir dert, sormasan bin!
Bana kalırsa hayatın en temel amaçlarından biri bu sorulara yanıt bulmak. Öte yandan, hayatla yoğrulmadan bu soruların yanıtları bulunamıyor. Yani hayatın durumları ve insanları birer işaret vesile edip verdiği ipuçlarını anlasak bile bu arada ömür çoktan akıp gitmiş oluyor. En azından gençlik, o çoktan mevta da; sonrasında üç yıl mı olur, beş mi, artık kaşığına ne çıkarsa!
Eee, ne oldu o zaman? Ben ne anladım o hayattan? Gençlik, vaat edip vaat edip aldatsın. Hayat işaret etsin, zahmet edip anlatmasın. Bu arada seneler gürül gürül aksın. Sonra tecrübenin üçüncü gözü göstersin ama artık yaşayacak günün kalmasın!
Oh, ne ala!
Derin bir nefes alalım. Ve bir adım geri atarak olaya bir de başka açıdan bakmaya çalışalım. Bir sonraki kuşakları bari, elbirliğiyle kurtaralım. Zaman kaybını bilgi aktarımıyla aşmaya çalışalım. Binlerce yıllık insanlık tarihinin birikimini en büyük destekçimiz yapalım: Edebiyat olsun, sosyal bilimler olsun bu, insanı okuyan, anlatan. Tarihin nasihatleri olsun, yanlış yollara kırmızı uyarı bayrakları asan. Sanatın incelikleri olsun: Ay Işığı Sonatı, Genç Werther’in Acıları, Venüs’ün doğarken gözlerimizi alan saçları…
Öte yandan, artık çocuklara çocuk demeyi bırakalım. Onlar da varsın çırak insanlar olsunlar. Ya da oduncu çırağı gibi “yaşamacı çırağı,” “hayat çırağı” benzeri bir şeyler… Bu yaklaşım da bizi daha afili görünse ve dolaylı da olsa, sonunda eğitim ve sosyalleşme diye adlandırdığımız ve zaten çocukların hayatına fazlasıyla şekil veren kavramlara götürüyor. Yani aslında bize çok da yeni bir bakış açısı önermiyor.
Çocuklar hayatlarını daha verimli geçirsin diye onlara şimdiye kadar öğrenilen her şeyin aklımız yettiğince en iyi ve en gereklilerini seçip verebilir miyiz? Versek almaya ikna edebilir miyiz? Ya da mesela “Amerika’yı yeniden bulmakla uğraşma. Bak burada bulunmuşu var” desek. Ve onu uzaydaki Amerika’yı bulsun diye teşvik etsek. O da “Yok, ne gerek var, dünyadaki neyimize yetmiyor” dese.
Biz onun hamurunu ziyan olmasın diye karıyoruz ya kardık diye ziyan ediyorsak ya! Birey yapalım onu diye sosyalleşme eyleminin bir parçası yaptık ya. Ya birey olmak insanı yaşamın özünden koparıyorsa… Öğrensin, cahil kalmasın diye eğitim kurumlarına emanet ettik ya. Ya aklına kattıkları ruhundan aldıklarından çok daha azsa… Kurumsal eğitim, bir insan yavrusunun yüreğinin en derin yerinde haberi bile olmadan hissederek bildiği her şeyi unutmasına yol açıyorsa, evrenle, kadimle olan bağını koparıyorsa.
Doğru, bunların bazısı bilgi, bazısı erdem… Biri akılsa, biri sezgi… Ve biz mutlu muyuz değil miyiz karar veren yürek. Hepsi ağzı açık birer yavru kuş olsa, yuvadaki? Hangilerine kıyıp diğerini kayırmak mümkün? Peki, hepsini aynı anda beslemek mümkün mü? Bazen bazı sorular cevapsız; sorarsın ve zamanının gelmesini beklersin efendice.
Ebeveynlik zaten kendi canından onunkine katarak can yapma uğraşı. Bazen, gözler sonuna kadar açık da olsa tüm ışıklar kapalı!
merhabalar ( :
yaşamın değerini ne de güzel anlatmışsınız. geçen zamanın ne kadarı dolu geçiriyoruz diye sormak lazım kendimize. akıp giden zamanda keşkelere yer vermesek ne güzel olurdu. kendi keşkelerimize artık çare olmasa da yetiştireceğimiz çocuklara ahlâklı, erdemli, onurlu, saygılı, iyilik dolu bir hayatı öğreterek onlara güzel yaşam sunmak ve onları keşkelerden uzaklaştırmak ne kadar anlamlı olacaktır.
sevgiler, selamlar..
Haklısınız 🙂
Galiba her şey bedeliyle mevcut, farkındalıklar bile…
İçten sevgiler
Gerek özenle yazdığınız yazılarla gerek çarpıcı görsellerle beni etkiliyorsunuz. Buraya uğramak her defasında mükemmel 🤗
Zarif sözleriniz için teşekkür ederim
Sizi “görmek” çok güzel
Çok güzel içerik. Emeğinize sağlık.
Hoşgeldiniz 🙂
Eksik olmayın.