Sene 1999, birçoklarımız gibi benim için de unutulmaz olacağı sonradan anlaşılacak bir gece yatağıma yattım. Sıcakta zor da olsa sonunda uykuya daldım. Kaçtı hatırlamıyorum, uzaklardan gelen bir tır sesi, tren sesi gibi garip, derin, giderek yükselen bir gürültüyle uyandım. Sarsıntı geldi sonra, 17 Ağustos… Biz çıktık dışarı ama yüzlerce, binlerce insan bir daha gün yüzü göremedi…
Ülke deprem gerçeğini bir kez daha yüzüme çarptı o zaman. Birkaç hafta sonra gönüllü olarak bölgeye gidince coğrafya mı kader, kültür mü kader, hepsi mi keder seçemeden, adeta başka bir evrende birkaç gün yaşadım. Artçılardan birinde oradaydım. Toprağın silkilen bir halı gibi, stadyumdaki taraftarlar gibi dalgalandığını iki gözümle gördüm. Umutla bana koşup sığınırken yeniden canlanan travmayla korkudan altına kaçıran çocukları unutmadım hiç. Kolonları, kirişleri dümdüz olmuş, yığın yığın kağıt desteleri gibi dümdüz olmuş evleri de. Bir de her şey bitip de toprağa boylu boyunca uzandığımda iliklerime kadar hissettiğim şükür hissini…

Şimdi unutulamayacak başka bir felaketi yaşıyorum. İşin kötüsü hep birlikte yaşıyoruz ve daha da kötüsü bu beter gidişatı değiştirmek için hiçbir şey yapamıyoruz. Sene 2021 ve ülkenin canım Ege ve Akdeniz koylarında onlarca güzelim yer, günlerdir aynı anda yanıyor. Gidip tatil yapmaya doyamadığımız, bir gün büyük şehrin karmaşasından kaçıp sığınarak emekli olma hayalleri kurduğumuz yerler mütevazi hayallerimizle birlikte kül olup havaya karışıyor. Ve o kül dünyanın neresinde olursak olalım ciğerlerimize oturuyor. Yangının dumanı gözlerimizi tutuyor, isi burnumuzu… İçimizle birlikte yüzümüz kararıyor. Onu düşünüp hissettikçe, oturduğumuz yere kadar geliyor yangın, oradakilerin çaresizliğiyse aklın sınırlarına sığamıyor.
Düşünmeden edemiyorum: Ateş, deprem gibi de değil. Birkaç saniye, en fazla birkaç dakika sürüp bitmiyor. Saatler, günler hatta bazen haftalar, aylar sürebiliyor. Üstelik yayılıyor, adeta peşine düşüyor hedefinin. Yaktıkça doyup azalacağına, daha çok azıp ’şimdi nereye saldırabilirim’ diye kendi kendine bileniyor. Neredeyse diyeceğim, hırsı geçene kadar, insan, hayvan, ağaç, tavşan, önüne ne çıkarsa yakıp yıkmaya devam ediyor.
Sonra evleri yakıyor; onlarla birlikte anılarını insanların, artık yaşamayanlarının aile fotoğraflarını da yakıyor. Sandıkta saklanan düğün bohçasını, kızın bebeklik tokasını, oğlanın küçülmüş el örgü hırkasını, büyük büyükbabanın savaştan kalma madalyasını, hepsini ve dahasını dakikalar içinde adice yalayıp yutuyor. İnsanların geçmişlerini söküp almıyor onlardan sadece, geleceklerine de el uzatıyor. Yaşlıların üzüntüden ömrünü kısaltıyor. Gençlerin ruhuna yeis zehri akıtıyor. Çocukların içine erkenden ölüm korkusunu sokuyor. Yetişkinlereyse tüm bu kuşakların ortasında yorgunluktan düşene kadar çırpınıp didinmek kalıyor.
Yangın, deprem, sel, hortum… Adı üstünde afet işte, hepsi korkunç! Daha da korkunç olansa bu afetlere karşı etkisiz ve çaresiz kalmak. Hatta adıyla sanıyla ha bire lades demek… Evleri çimentoya sahil kumu katıp yapmak… Yangın uçaklarını mevsiminde hazır tutmamak… Dere yataklarına binaları sıralamak… Doğaya ve parçası olduğumuz tabiat dengesine saygı göstermeden özensiz kararlar almak. Akla gelen gelmeyen türlü kuralsızlık ve mantıksızlıkla zaten “geliyorum” diye bağıra bağıra gelen felakete doğru kendi körüğüyle koşmak!

En korkuncuysa bu felaketlerde yalnız kalmış hissetmek… Canının, malının, yaşantının koşa koşa kurtarılmaya değmediğini hissetmek… Kendi gücünün, tırnaklarının, bacaklarının, bir yerden sonra artık kımıldayamayacak kadar güçsüzleştiğini hissetmek… O güçsüzlükte gelip sana kimin destek vereceğini bilememek, yardıma gelen olacak mı olmayacak mı bilememek. O çaresizliği solumak. O yalnızlığı, sahip çıkılmamışlığı, avutulmamışlığı, umursanmamışlığı yaşamak… Bir el sırtını sıvazlamadan, bir ses “geçecek” demeden, bir bardak ayran uzatılmadan… Umut olmadan…
Umut gerek. Ve şu an bu bende yok ne yalan söyleyeyim. Onun için Pyotr Kropotkin’e dönerek onu Foti Benlisoy’un yazısından alttaki pasajla alıntılıyorum. Ve kulağımıza ümit küpesi olsun diye aklımıza emanet paylaşıyorum:
“Kropotkin, insanların da dahil olduğu hayvanlar âlemini kana susamış canlılar arasında bitimsiz bir mücadele evreni sayan yaklaşıma karşı karşılıklı yardımlaşma, dayanışma ve işbirliğinin sadece insan değil, tüm toplumsal özellikler gösteren hayvanlar açısından evrimin kritik bir faktörü olduğunu yazıyordu: ’Kimler daha iyi uyum sağlamıştır: Birbirleriyle sürekli olarak mücadele halinde olanlar mı, yoksa birbirlerine destek olanlar mı?’ diye doğaya sorarsak, en iyi uyum sağlamış olanların, hiç tartışmasız, karşılıklı yardımlaşma alışkanlığı edinmiş hayvanlar olduğunu görürüz. (…) Karşılıklı yardımlaşma da birbiriyle mücadele kadar hayvan yaşamının bir yasasıdır; fakat evrimin bir faktörü olarak karşılıklı yardımlaşma, türün korunmasını ve gelişmesini sağlamaya son derece uygun alışkanlıkların ve karakterlerin gelişimini desteklediği için, muhtemelen çok daha büyük önem taşır.”
merhabalar
yazınızı o acıyı hissederek okudum. doğal afetlere karşı ne kadar da yetersiz insanlık. fakat en kötüsü de bu duruma öğrenilmiş çaresizlik olarak bakan siyasi yöneticiler. depreme fazla önlem alınamasa da yangınlara karşı büyük önlemler bu çağda alınmalıdır, alınmak zorundadır. geçmişi geri getiremiyoruz maalesef. bize düşen önce tedbirimizi almak, sonra da böyle fekâketlerin bir daha olmamasını dilemek..
selamlar, sevgiler..
Doğal afetlerin karşısında yetersiziz evet ama doğadan öğrenip uyum sağlayarak kat edebileceğimiz yollar da var sanki.
Benden de sevgi, selam