gezegen yangın yeri

Sahiller bir yangın yeri… Yemyeşil dağları, ormanları aşıp gelirken içindeki canlıları kavurarak denize koşuyor alevler… Maviyi görünce, suyu deneyip yakamayınca duruyor ancak… Freni patlayınca önündeki eve girerek durabilen yüklü bir kamyon gibi… Duruyor belki sonunda ama bu arada evi de darmaduman ediyor. Bir noktada artık kendiliğinden duruyor. Durdurmaya kimsenin gücü yetmediğinden, eli uzanmadığından, yetişmediğinden ya da yetişemediğinden…

Çoğumuz çaresizliğin her gün yeniden keşfedilen yeni bir dibinde nefes almaya çalışıyoruz ne zamandır. Bir gün Marmaris, Bodrum, Köyceğiz, Dersim vb onlarca yer yanıyor, günler boyunca sönmüyor. Bir amcanın görüntüsü var o günlerden, belli ki uğraşmış uğraşmış ama ne yapsa baş edememiş alevlerle… Ne yapsın, almış başını giderken yenilgiyi kabul etmiş halde, dönüp son kez ardına bakıyor sonsuza kadar süren ağır bir anda. Geride bıraktığı evi mi, tarlası mı, köyü mü, bağı mı bilemem. Çocukluğu mu, kökleri mi, emeklilik hayalleri mi, ölmüş gitmiş karısıyla paylaştığı o unutulmaz günler mi… Ama o hali, o veda edişi gözümün önünde gitmiyor…

Öte yanda, Karadeniz’de, Doğu Anadolu’da yaşanan sellerde canlar, yaşamlar sel sularına karışıp kayboluyor. Ne o sel suyunu kurutup onunla öbür taraftaki ateşi söndürmek mümkün oluyor ne o suya kapılıp gideni tutan bir ağaç dalı kadar olsun işe yarıyor iyi niyetlerimiz. Orada da bir cılız kızcağızın halini gördüm… Sel suları çamura bulamış çocuğu, belli katmış önüne sürüklemiş. Neyse ki kurtulmuş ama içinde can kalmamış. Önce ölmüş sandım, o kadar cansız yavrucak. Annesi yüzü gözü bile çamur içindeki çocuğu temizlemeye çalışıyor. Ama kendi de batmış çamura, kızın ağzı burnu çamur, o selin göbeğinde temizlenemiyor. Yanlarında on yaşlarında bir oğlan, içi katılmış gibi, ağlıyor bağırıyor, dizlerini yerleri yumrukluyor… O çocuklara dert olan çamur hepimizi an be an kirletiyor.

Yangınla içimiz yanıyor, selle içimiz akıp gidiyor ama ne hissettiğimiz bir işe yarıyor ne de ne düşündüğümüz… Koca bir hiçlik oturuyor içimize. Ne yapacağını bilmemenin, yardım edememenin ağırlığı omuzlarımızı, ruhumuzu, insanlığımızı eziyor. Sonra bizi hareketsiz, ümitsiz bir kenara bırakıveriyor…

DOĞA ANAYA PATRONLUK TASLAMA!

Ne zamandır yanıyor bu yangınlar, gittikçe de artıyor. Sadece buralarda değil, Avustralya’da, Amerika’da, Avrupa’da… Her ülkede, her kıtada, ciğerlerimizin içinde! Tam sönüyor, bir “oh” deyip soluklanmaya başlıyoruz, normale dönüp önümüze bakmaya kalkışıyoruz… Ki hadii, bu sefer bir sel katıyor önüne geleni yokuş aşağı… Bir heyelan dünyayı ayağımızın altından çekiveriyor. Bir deprem geliyor guruldayarak yerin altından, yerin altını üstüne birbirine katıveriyor. Bir tornado geliyor, başımızla beraber nevrimizi döndürüyor, kalan aklımızı da başımızdan alıveriyor. 

Sözün kısası sadece ülke değil tüm dünya, canı çok yanmış bir kısrak gibi can havliyle üstündeki binicinin ağırlığından kurtulmaya çalışıyor adeta. Yükü taşıyamıyor da artık taşımak da istemiyor. Kendi canını kurtarmak için didinirken üstündekinin canını umursamıyor. Kişneyerek, inleyerek, çifteler atarak koşturuyor. Bir yangının yanığından kaçarken selin sularında boğulmamaya çabalıyor, rüzgarlardan kendini sakınmaya çalışıyor, depremde dörtnala uçuyor toprak gibi göbeğinden çatlamamaya çalışarak. Ve kendi canının derdine düşmüşken ne zamandır tepesine binmiş olanı haliyle umursamıyor, yani bizi! Doğanın sahibi değil bir üyesi olduğunu çoktan unutmuş, doğa anaya patronluk taslama cüretinde bulunmuş bizi!

“Ben size yiyecek içecek, barınak, giyecek, ilaç, aklınıza her geleni verdim de siz ne yaptınız onunla” bile demiyor. “İhtiyacınız olandan fazlasını istediniz, hak bildiniz, aldınız, yağmaladınız, kendinizden başka her türü hayata küstürdünüz” demiyor. “Yaşam birliğine, ilahi dengeye saygı göstermediniz. Size sunulanı mahvettiniz, yok ettiniz, kendinizden başka her şeyin yaşama hakkını katlettiniz hatta kendinizden olanları bile bir bir ötekileştirdiniz. Doğduğu yeri beğenmediniz, rengini, cinsiyetini, işini, evini, dua ettiğini ya da hiç dua etmemesini, aklınıza ne gelirse onu beğenmeyip ona tükaka dediniz” demiyor! Çünkü umudunu kesmiş insandan! O kurtarır kendini, bizden kurtulur, kendini onarır… Zaman alır ama olur. Sıfırdan insansız bir dünya kurulur. Yine çiçekler açar, ağaçlar uzar, sular berraklaşır, bulutlar saflaşır, buz pırıldar, balıklar, böcekler, maymunlar, ne gelirse aklına, türler çoğalır, iyileşir, dünyaya yayılır…

KÖTÜCÜLÜK VE MUTSUZLUK DA BULAŞICIDIR

Biz her şeyi bildiğini sanan, bu kadar da çok bilince kendini beyinden ibaret sayıp kalbini unutan ve paraya tapınan insan… Kırılganlığını, toprak üstündeki geçiciliğini yok sayan insan… Çok uzun zaman önce değildi ki hepimiz bir sabah bir distopyaya uyandık ve aylardır hiçbirimiz o kabustan uyanamadık. Bağıra bağıra gelen bir tehlikeydi, yine de yok saydık ve hazırlıksız yakalandık. Aynı, en azından kısmen, neden olduğumuz ve baş etmekte tamamen yetersiz kaldığımız yangınlar, seller, diğer olağanüstü doğa olayları gibi…

Ve buna rağmen harekete geçemiyoruz. Hareketsiz, ümitsiz, donup kaldığımız yerde bekliyoruz. Oysa mesela ben çocukken insan zincirleri vardı… Hoş şimdi virüsten dışarıya çıkıp buluşup el ele bile tutuşamıyoruz ama… Yine de o zamanlar o insan zincirlerini akla getiren duygu ve fikir birliği aklımıza bile gelmiyor şimdi. Onun yerine ayrışacak, didişecek, birbirimizle kavgaya tutuşacak nedenler arıyoruz ve maalesef bulmakta da pek ustayız! “Virüs gerçek mi, aşı güvenli mi, iklim değişikliği var mı, küresel ısınma yalan mı?” Bilimin değil kulaktan duyma hurafelerin peşine takılmışız gidiyoruz. 

Oysa sadece virüs değil kötücüllük ve mutsuzluk da bulaşıcıdır, bunu unutuyoruz! “Ya hep beraber ya hiçbirimiz” diyen bir slogan vardı. Hepimizin iyiliği için hepimizin iyi olması gerektiğini hatırlatan, ortak iyiliğe çağıran, onu da unutuyoruz. “Başka bir dünya mümkün” diyordu bir diğer slogan, o sözün içinde saklı vaadi de unutuyoruz.

İnsan evrende bir nokta… Ve canı burnuna gelmiş kısrağın sırtında bir yük… Yolculuğu desen gelip geçici, belirsiz, bir başına… Yolun başını alevler tutmuş, ortası sele karışmış, heyelan gümbürdüyor, aslında duyuyoruz görüyoruz ama hala görmezden geliyoruz. Oysa ümit de bulaşıcıdır, bari onu unutmayalım. Mağaralara doğan nesillerden gökdelenler inşa edecek medeniyete geldi insan evladı birlikte, bildiğini birbirinin üstüne ekleye ekleye… Tek kelime edemezken diller, kavramlar, fikirler geliştirdi, Aristo, Shakespeare ve Da Vinci gibi dehalar yetiştirdi… 

Ümit hep var yaşam olduğu sürece, iyilik de, birlik de bulaşıcıdır, bari onu unutmayalım. Ve evimiz, gezegenimiz yanıyor; su, kum, saman artık ne bulursak bir an evvel onu birbirimizle değil alevlerle savaşmak için kullanalım. Bir zahmet… Sırayla hepimiz yanmadan.

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 236

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: