Sabah programlarındaki abartalı neşeden ve “vur patlasın, çal oynasın” modeli hayat felsefesinden istiyorum ben. Bir de “az sonraaa”cı magazin programlarındaki içi içine sığmayan coşku ve obur meraktan. Hatta hazır başlamışken bir koca kepçe de tartışma programı özgüveninden alırım. Eline mikrofon verildi diye biranda son veri bükücüye dönüşüveren kendi sesine aşık adamlarda –ki zaten kadın katılımcı davet etme huyu neredeyse hiç yok– hepimize yetecek kadar var nasılsa.
Bu dünya bana dar geliyor artık! Ne hayal kuracak hevesim kaldı… Ne uzaya gidecek param… Ekran karşısında olmaktan daraldım, kesmiyor beni. Ekranı izlemek istemiyorum. Ekrandan çıkacağıma, “Tersten Samara!” gibi o büyülü camdan içeriye girip orada yaşamak istiyorum. Oradaki küçük ve renkli insanların arasına karışayım, onlarla el ele kol kola şen şakrak bir hayat yaşayayım. Beni bir tek o paklar bu saatten sonra, tüm kalbimle inanıyorum!
Şaka etmiyorum. Açık yüreklilikle az önce yaşadığım aydınlanmayı paylaşıyorum. Çünkü anladım ki ne yaparsam yapayım, bu dünyanın dertlerine dertlendiğimle kalıyorum. Hiçbir dert sahibine fayda etmediğim gibi kendime yapıyorum.

Müptela eden dizilerle filmlermiş….
O yüzden neymiş? Meğer benim hayatım boyunca aradığım, sabah programlarından taşan gürültülü şen şakraklıkmış. Magazin programlarındaki erişilmez ve şatafatlı hayatlar… Üfürükten tayyare misali tartışma programlarındaki adrenalin ve güç savaşlarıymış. Ve bunlar gibi şimdiye dek boş geç dediğim boş ama dertsiz olan, çoğunluğun kendi hayatından sığınarak kaçtığı o başka şeylermiş: Duygulandıran reklamlar, dile dolanan cıngıllar, yalan aşklarla korkusuz savaşçılar, müptela eden dizilerle filmlermiş mesela.
Gerçek hayat sanaldaymış meğer ve en iyisi en bol pikselli olanıymış! Ne kadar sahte veya sığ ya da geçici, o kadar iyi. Her modaya uyan, her kalıba dalan, her sene eskisi atılıp yenisi alınan parlak yılbaşı topları gibi hiç bozulmayan, eksilmeyen, sararıp solmayan… Eskiden anneannelerimizin misafir odasında yemek masasındaki kristal tasta durdukça tozlanan plastik üzümler gibi…
İhtiyacım olan bu: Kafatasının dibindekiler de dahil olmak üzere kendinden başka tüm sesleri susturan bir kendi havasındacılık… Bir uçucu umursamazlık, o ana mıhlayan bir hazcılık! Ruhsuz ama umuru değil! Hatalı ama kim anlar ki! Sahte ama nerden belli?
Dijital dünyada yaşamak en iyisi! Ne “sonsuzluk ne fısıldıyor bana?” diye huzursuzlanan bir ruh… Ne “kuşaklardan gelen ama bir türlü dile gelmeyen”i merak eden bir kaçak duruş… Ne düne saklanan hüzün ya da yarına kaçışan düş…
Kocaman bir dertsizlik okyanusundaki tek derdimiz kimin kime aşık olduğu olsa… Sanki ülke “ya benimsin ya kara toprağın” memleketi değilmişçesine… “Kim hangi estetik ameliyatı olmuş?” ve “yakışmış mı?” diye tartışsak SMA’lı çocuklar başka evrendeymişçesine… “Ooo eve bak” diye ağzımız yamulsa kendi kiramızı zor ödediğimizi unutarak…
Keşke ekranların gücü yetse de ışıkları sadece yüzlerimizi değil içimizi aydınlatsa. Ya da sanal dünya haddini bilse ve sanalda kalsa… Kim biliyor şimdi, gerçek neydi, sanal ne? İnsanı iyi eden insani dokunuşlar hangi kuytu delikte? Ve gerçekliğin çalkantılı suları durulduğunda bizler nereye savrulmuş olacağız, hangi aleme?
Merhabalar.
Belki de Nuh gibi; kasırgadan kalırsa, bir dağın zirvesine… O zaman elimizde belki bir kuş bile olmayacak; suların çekilip çekilmediğini sorgulamaya. Sonsuza dek kalacağımız bir dağın zirvesinin kaygısıyla yaşamak istemiyorum.
Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlıklar dilerim.
Selam ve saygılarımla.
Recep Bey,
Hislerinize katılıyorum… Kaygılardan uzak, ruhunuzun derinliğine yaraşır güzelliklerle dolu bir ömür diliyorum.
İyilikle,