ruha dokunan bir şarkıcı

Geçen gece, geçen dediğim de dışarıya çıkıp korkmadan insan içine çıkabildiğimiz zamanlar. Geceye çıktım, hafta içiydi, serince. Yer Beyoğlu. Bilindik ama az simi dökülmüş bir mekandayım. Yalnızım. Elimde ağır bir bardak sarı buğday suyu, azıcık votka damlatmışlar içine bardakiler eksik olmasınlar.

Onu bekliyorum. Fazla kalabalık değil. Hala kıymetini keşfedemediler çünkü onun. Oysa yıllardır söylüyor. Ve onu bir duyan bir daha unutamıyor. Olsun, daha iyi, bilmesinler, bu sayede onu kirletmeyi de beceremeyecekler. Hoş zaten isteseler de yapamazlar ama. Neme lazım, ilişmesinler.

Onu uzaktan tanıyorum. Hikayesini çok kez dinledim. Kendisinden değil ama. Özenle arayıp bulduğum, duyduğum parçalardan minik minik birleştirdim. Mahremiyetine meraklı biri. Öyle şarkıcı mı olur diyeceksin. O şarkıcı, ses sanatçısı falan değil zaten. Bildiğin ses ustası… Yaşamak için söylüyor. Senin benim için değil. 

Karşında tüm alçakgönüllüğüne rağmen göz kamaştıran ihtişamıyla usulca dururken o bir insan, en insandan daha insan… 

Seni dinler, dinlerken gözlerinin içine bakar, dediğini anlar ve sen de onun tarafından anlaşılmanın ne leziz ve ne vazgeçilmez bir şey olduğuna şaşarsın. Sen o şaşkınlığın içinde yüzerken, o sakin bir kelebek gibi nezaketle vedalaşır. Yakın durmayı sevmez, çabuk uzaklaşır. Ve sen tanıştın mı bir kez onunla artık sen de ona müptelasındır. 

Ama karşında sırf zarafetinden sıradanlaşmaya uğraşan o ince insan, ışıkların altında bambaşka! Sahneye adım attığı anda, kozasından çıktı o, artık adeta bir tanrıça. Yakaran, bağıran, yaratan, ağlayan, aniden susan, yükselen, düşen, uçan, çıkarmayı başardığı seslerle kendinden başka her şeyi aniden susturan ve yeşerttiği duygularla her yüreği uyandıran… Diyorum ya o bambaşka!

Nihayet sahne aldı diye. Sessizim. Pür dikkatim. O anda sadece o var bu dünyada benim için; o, ben ve o an. Ve onu duymak, onu dinlerken ona katılmak bir arzu ya da sevgi veya tutku gibi bir şey değil. İhtiyaç! Ona ihtiyacım var çünkü beni bana anlatıyor. Öyle sahici, öyle kendi ki… Kim olduğumu iliklerime kadar titreyerek hissetmeme izin veriyor. Duygularıma ulaşmam için bana el uzatıyor. Beni bildiğinden değil bütün bunlar, topu topu iki kere merhabalaştık. Ama beni biliyor çünkü insan olmanın özünü, insan hallerinin gerçekliğini ruhunda hissedebiliyor.

Onu doğru dürüst tanımıyorum. Buna rağmen, yıllar önce o yıldızsız gecede o dudaklara şefkatli bir veda busesi kondurmadığı için ne kadar pişmanlık duyduğunu ve bu yazgıyı değiştirmesinin artık imkansız olduğunu biliyorum. Öykünün detayını, niyesini, nasılını, dudakların sahibini bilmiyorum şüphesiz ama çektiği acıyı, ağladığı şarkıdan yüreğime akarken tadabiliyorum. Çünkü o şarkıyı söylerken ağlamadı; şarkının kendisini söylemek yerine ağladı.

Acılar, özlemler, suçluluklar, öfkeler, sevinçler, kutlamalar, ayrılıklar, kavuşmalar. Aslında hepsi ve dahası hepimiz için. Ama kaçı kaçımızın aklında? Bir kalbin olduğunu hatırlamak… O kalbin içinden geçenlerin yeniden veya ilk kez farkına varmak… Bu hayatta kaçımızın cesareti vardı ya da kaldı aşka, ayrılığa, yaşamaya?

“Sürtone oldu fark ettin mi?

Senelerdir bar köşelerinde, sahnelerde ama olgunlaştıramadı sesini.”

O anın büyüsünü paramparça edecek cümleleri sarf edene kadar dibime sokulan varlığını bile fark etmediğim genç ve güzel kadın. Bir sonraki şarkıyı söylemek için sahneye yürürken öyle çekilmez ve çirkinsin ki gözümde. Muhteşem bir tekniğe ve Tanrı vergisi bir sese rağmen tek bir notasıyla bile bana bırak dokunmayı yaklaşamayan bir ses zanaatkarısın. Durduk yere beni kızdırdın! 

Ve kızmak aslında iyi bir şey. Çünkü hissetmek iyi bir şey. İnsanlar hissediyor ve hissedenler insan oluyor. Ve kimse bugün onu hissedeyim bunu hissetmeyeyim diye kafasına göre seçim yapamıyor. Bir renk skalası gibi hisler, yelpaze gibi, gökkuşağı gibi, ya hepsi senin ya hiçbiri!

Sana o gece cevap vermedim çünkü cevabı anlayabileceğinden emin değildim. Öte yandan bence bir cevabı fazlasıyla hak ettin:

O olgun mu değil mi bilemem. Peki, sen biliyor musun haddini, sınırlarını; olgununu hamını bir yana koy, insan olmanın ne demek olduğunu. Olgun demek, olmuş demekse oluyor olmanın heyecanlı canlılığı, iş bitti fiş gitti teslimiyetine yeğdir. 

Eğer olgun ununu elemiş, eleğini asmış biri demekse, haklısın o öyle biri değil. Çünkü onun kanı kaynıyor fıkır fıkır, kalbi atıyor tatlı bir pıtırtıyla, dinle bak buraya kadar geliyor ritmi.

Olgun “tamam oldu, burası iyi “deyip yolculuğu bitirmekse evet, yine haklısın. O yolda, o yolcu, o ayakları çıplak ve hatta diken, kir pas içinde de olsa zamanında ulaşacak o dağ tepesine, güneşin batışına şahit olmak için.

Olgun olmak “evet, tabii” demek, kabul etmekte, uymaksa, uyumlanmaksa; düzeni, olan biteni, iyisiyle kötüsüyle, düşünmeden, sormadan, gerekirse bolca yutkunarak onaylamaksa, yine sen haklı çıktın. O böyle biri değil! Çünkü o bir savaşçı. Kadın haklarına, çocuk haklarına, insan haklarına, adalete, özgürlüğe, eşitliğe inanan ve o inancı bağıran biri ve çok inatçı!

Ve o iyi ki olgun değil. Çünkü olgun olmadığı için sıkıcı da değil. İçi geçmiş değil! Pes etmiş değil! Ruhsuz değil! Kenara çekilmiş değil! Naftalinli değil! Durgun bir iç su gibi ölgün değil, daha söyleyecek çok şarkısı, hikayesi var.

Aslında sana daha neler söylerdim ama gel gör ki ben de sıkılmadan her şeyi sıralayacak kadar olgun biri değilim.

Ve unutmadan, sen hayatında sürtone duymamışsın, görmemişsin!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: