On bir yıl, bir bina

Nişantaşı sanki bizimdi. Sabahları derse geç kalmamak için gri lacivert üniformalarımız ve renkli sırt çantalarımızla caddelerde depar atardık. İhtimal, üstünkörü yıkanmış suratlarla, süklüm püklüm bir halde geç kâğıdı alıp sırana çöktün mü tamam, gerisi kolay. Çalışkanlar, akıllılar çoktan derse yoğunlaşmış, şöyle bir omuz üstünden sana bakarlar. Bakışları değdiği yeri yakar çünkü gözler çakmak çakmak öğrenme ateşiyle tutuşuyor. Sanki kapıda limo bekliyor, proje teklifi almışlar, bazısı CERN’e kalanı NASA’ya gidiyor!

Pembe soslu Yufka dürümünden Kahramanmaraş içli köftesine, öğle temeği için çevredeki tüm restoranlar bizden sorulurdu. Okul çıkışı zaten coşkun bir nehir adeta, okyanusa varmak için çağlayan. Okul paydos saati mi Albatros’tan kaçış mı, sen karar ver, kolaysa!

“Yaşam ne zor” derdik kendi kendimize, öyle zannederdik: Dersler ne zor, anne babaların seni anlaması ne zor, yaşıtlarınla anlaşman ne zor. Ergenlik zaten beter, iyyyy! Bize hayatı zindan ediyordu adeta bizden beklenenler. Oysa ne dertsiz zamanlarmış! Her şey aslında ne güzel, ne kolay, ne kendiliğinden; hayat ne kadar korunaklı, üstümüzdeki kanatlar ne kadar güçlü ve dayanıklıymış.

Okullar, özünde bizi yaşam meydan muharebesine hazırlayan birer hayat bilgisi kampıymış da bizim haberimiz yokmuş. Sonra biz büyüdük, mezun olduk. Birçok şey değişti, azaldı, eksildi, eskidi… Bu arada bizim okul da gitti gümbürtüye. Oysa “yeşille sarıydı okulun bayrağı,” mezun olduğumuz için artık “gitmesek de görmesek de, o köy bizim köyümüzdü.” Şüphesiz, mimari açıdan bir Maçka Teknik, İstanbul Erkek, İstanbul Beyazıt yerleşkesi ya da Boğaziçi Üniversitesi değildi. Ama köklü bir eğitim yuvasıydı, anılarımızın eviydi ve bizimdi. 

Hadi, seni beni, Nişantaşı binasında okumanın büyülü! dünyasına dalanları unutalım. Logaritma, endoplazmik retikulum, Newton kuvveti, östaki borusu, Mengücükler, Zigana dağları, vatandaş olmanın sorumluluğu, failatun failatun failun, daima her şeyden şüphelenenler; bunların hiçbirini orada ilk kez duymamışız, öğrenmemişiz gibi yapalım… 

Avluda basket atan, konferans salonunda konser dinleyen, Beyaz Gece’de kendini kuğu gibi hissedenleri de aklımıza bile getirmeyelim. 1877 yılında kurulan ve hala dimdik ayakta olan bir kurumun hafızasının parçasıydı o bina. İlkokul, ortaokul ve lise… Kaç binlerce insan on bir sene boyunca okudu o binada. Daha doğrusu ortası dev bir avlu olan ve iki ayrı sokağa açılan dikdörtgen komplekste. 

Yaşın değiştikçe binan değişirdi, yemekhanen değişirdi. Yeterince büyüdüysen, öğle yemeği için çıkış kartın olurdu ya da sınıf ağabeyi, ablası olurdun. Ama hep aynı yerde kalırdın. Aynı yüzleri görürdün. Aynı prensiplere bağlı olurdun. Bir Terakkili olurdun ve hep öyle kalırdın!

O günleri hatırlıyorum zaman zaman. Neler yapardık? Nerelere giderdik? Nasıl geçerdi günlerimiz? O sokaklar bize ne derdi? Neler görür, o taze aklımızla neler düşünür, daha kırılmamış kalplerimizle neler hissederdik? 

Minicik Üçgen kitapevinde bir şeyler aramak sık yaptıklarımız arasındaydı: Hangi kitaplardıysa artık. Bu arada boş durmadan ebeveyni iknaya ve araya birkaç kırtasiye malzemesi sıkıştırmaya çalışmak şart. Bari bir silgi, en azından? Üçgen silgilerden mesela, Milan mıydı onların markası? Onlara dokunmak değişik bir histi, insanın elinin altında ufalanıverirlerdi. Bir de kokulu Arı Maya silgileri. Yoksa onları koklarken dayanamayıp arada dişleyen bir tek ben miydim?

Teşvikiye’nin dar ve kalabalık arka sokaklarında güçbelâ yer bulan servis şoförlerinin peşinde coşarak akan bir sürü halinde aracı aramak. Servis ablası, servis hostesi vb yok öyle o zamanlar, uçak mı bu? Yakınlarda park etmiş Işıklılarla ters ters bakışmak, hatta elinin altında varsa mühimmat, mandalina, ufalanmış kâğıt vb savaşı yapmak. Niyeyse artık, nasıl bir anlamı vardıysa bizler için.

Oysa şimdi bir Işıklıyla tanışsam ya da karşılaşsam gözlerim yaşarır. Aynı sokaklarda yaşanmış bir çocukluk ve gençlik aklıma düşer. Sonra bir vardı artık yok diye hatırlarım on bir senemi geçirdiğim binayı. 

“Olsun, bize anılar lazım! İnsanlar, onlarla kurulan derin bağlar lazım. Anıların yaşandığı binalar şart değil” diyesim geliyor. Ama öyle de değil işte! Bunların hepsi bir bütün; binalar anıların arka fonu, adeta insana kendini hatırlatıyor duvarlarının dokusuyla, pencerelerinin kanadıyla, basamaklarının aralığıyla. 

Hem insan istemez mi başka bir şehirden gelen akrabasını, okyanus ötesinden gelen arkadaşını alıp götürsün okuluna. Hele çocuğunu, hatta torununu tutsun elinden “Bak biz bu sahada top koştururduk, bu salonda konserler verirdik, bu avluda bayrak merasimi yapılırdı” diye anlatsın. 

Artık o binalar yok. Yerini alan afili alışveriş merkezinin kapısında “Bir zamanlar burada Terakki ve on binlerce öğrencisi vardı, anıları hala havada uçuşuyor ve en son mezunu, öğretmeni, yöneticisi ya da çalışanı aramızdan ayrılana kadar da öyle olacak” yazan küçük bir tabela da yok!

ŞTL-AVM maçının gerçek galibi kim bilemem! 

Ama eminim ki kaybedeni çok!

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 240

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d