ihtiyaçlar piramidi derken?

Ah Maslow, vah Maslow! Gözümüzü açarak iyice ömrümüzü yedin Maslow! Hayır, zaten durumu birebir yaşıyoruz elimiz mahkûm, günün her saati, saatin her saniyesi! Bari piramitteki yerimizin adını bilmeden yaşasaydık, değil mi?

Şaka bir yana, tevekkeli değil, sosyal bilim okuyan herkes sosyal bilimci olamıyor! Teslim etmek gerek. Gerçekten anlamış insanın içindeki toplumu ve toplumun içindeki insanı: Ne demiş? “İnsan olanın” demiş “ihtiyaçları vardır” demiş. Bunların da “önem sıraları” vardır demiş. Bir nevi piramit gibi… “Birini tatmin eden, bir üst kategorideki ihtiyaçlara yönelir.” Evet özünde bunları şeyler söylemiş. 

Misal, “önce gider bir esnaf lokantasına güzelce bir karnını doyurur, mışıl mışıl uykusunu uyur, cinsel dürtülerini karşılar. İnsan dediğin sırtında bir gömlek, üstünde bir çatı olsun ister” demiş.

Hoş, şimdi düşününce “ayranı yok içmeye, tahtırevanla gider wc’ye” gibi atasözleri olan memleketim insanına bunu nasıl izah edebilirim? İzah ettim diyelim, peki ya onları ikna edebilir miyim? Şüphedeyim! Olsun.

Peki, başka ne demiş Maslow? Bir basamaktaki ihtiyacın giderilmesi bizi bir üst basamağa çıkarır demiş. Ekmek yemek, güvende hissetmek, sevmek sevilmek, saygı görmek vb diye böyle böyle yukarıya çıkılır demiş. Benim anladığım, önce hayvanlarla paylaştığımız açlık, susuzluk, sonra güvenlik gibi ihtiyaçlarımızı karşılıyoruz. 

Onları karşıladıkça bir üst seviyedekine geçiyoruz. Daha soyut, daha zor, daha insani olana belki… Mesela bir ailenin, grubun vb parçası olalım istiyoruz. Diyoruz ki sevelim sevilelim, “bütün dünya buna“ inansın, birlik olsun, hayat bayram olsun… 

Bak bak işte buralarda zurna zırt demeye başlıyor! Ama yetmiyor! Devam ediyoruz: Hepimiz değer görelim! Birey olarak değerimiz bilinsin. İnsan olduğumuzu bilelim, hissedelim. Ne çok ihtiyacımız varmış be kardeşim! Zırt…

Sonra işte kendimizi gerçekleştirelim. Artık neyse çağrısı yaşamın bize, onu hayata geçirelim! Zırt zııırt! Nasıl yani ya? Nirvana’ya mı erişiyoruz, ölene kadar gün mü dolduruyoruz şunun şurasında? 

Bana uyar, şahsen rüyalara yatar, evrenin beni hangi amaçla insan gen havuzuna hallaç pamuğu gibi attığını, dünyaya bırakıp kaçtığını, bu varoluş halinden nasıl bir çıkarım yapmam gerektiğini, çıkarımımla helva mı kumdan kale mi yapmamın beklendiğini anlamaya çalışırım.

Peki, bu arada kirayı, aidatı Maslow ağabey ödeyecek değil mi? Peki, rüyaya yattığım zaman kaçıracağım mesailerle ilgili bizim zaten-çoktan-ermiş müdürle hanginiz konuşuyor?

Hayır, zaten iş dediğin neo-liberal aslanın ağzında. Diplomalı işsizler, diplomalı tecrübeli işsizler, kıdemli işsizler, boğaz tokluna çalışan işçiler vb gibi korkutucu laflar dolaşıyor ortalıkta.

İnsanlar zaten 25-30 yaşına kadar ana babasıyla yaşıyordu. Artık o da yetmiyor, seneler senesi bin bir ümit ve emeklerle okutulan, ne zorluklarla, ne sınavları aşarak okuyan, öğrenen, çalışan, deneyim kazanan insanlar hop paspasın üstüne konuyor, kendileri paspas ediliyor. Eh ne oluyor bu sefer, yine ana babanın evinin yolu tutuluyor. 

Zaten işin olsa kaç kuruş kazanıyorsun? Bir konser bileti alıp müziğin gözlerinin önünde nota nota yükselmesine tanık olmaya, dışarıda ayda bir yemek yemeğe kalkmak, beş yılda bir palto yenilemek kaça mal oluyor? 

Şimdi, başa dönelim. Diyelim ki kahramanımız toplum tarafından ona bütün söylenenleri harfiyen yaptı: Küçüklüğünden beri derslerine güzel güzel çalıştı. İyi okullarda okudu, iyi derecelerle mezun oldu. Sonra iyi şirketlerde çalıştı. Terfiler aldı. Yani oyunu tüm kurallarına harfiyen uyarak oynadı. Olsun, ne kadar uslu bir çocuk olduğunun önemi yok artık. Bu devirde, her an her şey değişebilir. Kurallar, hop, yeniden yazılabilir. Bazen en işlevsel dişliler bile işlevsiz, işsiz kalabilir. Sistemin devamı için şart bu, hiç kimse vazgeçilmez değildir. Yani kimsenin işi garantide değil.

O zaman paranın cepte olması da garanti değil. Yani kahramanımız dün yarısını bitiremediği  “frappuccino” bardağını çöpe atıyordu ya, yarın yenisini alabileceğinin garantisi yok! Yarın ekmek alabileceğinin bile garantisi yok! Çünkü işi bir var bir yok! Kariyeri bir varmış bir yokmuş!

Halbuki o sayede temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Barınağının kirasını ödeyip kendini o sayede güvende hissediyordu. İşinin getirdiği statünün de etkisiyle kendini bir gruba ait hissediyordu. Sevgi, saygı görüyordu. Değerli olduğunu hissediyordu. Hatta gençliğinden beri en büyük hayali şarkı söylemekti. Gizli gizli şan dersleri alıyordu son aylarda. Hayaline ayırabileceği zaman çoğaldığında müziğe yoğunlaşmak istiyordu. Kendini gerçekleştirecekti! Nihayet son basamak! Ve tabii sonsuz mutluluk! 

Sonra ne oldu? Zırrrt! Paspas!

Sanki hayat, hayat değil de vahşi TV’de çılgın yarışma programı! Tek bir yanlış adım ve tepetaklak başladığın yere döndün. Aslında yanlış adım atmana bile gerek yok! Çarkı felek oyunu bu bir çeşit ve rızamıza gerek bile duymadan, bizim yerimize çarkı kafasına göre döndüren birileri var. Ve sana söylüyorlar felek ne dedi, ballı kavun mu yine kelek mi?

O zaman belki de ekmeğini kendi yapmalı insan, su kuyusu açmalı. Barınağı mütevazı ve daim tutmalı. Kendini kendi gibi, insan gibi insanlarla kuşatmalı. Sevgi vermeli, gönülden verince zaten sevgiyle karşılığını almalı. Kendi değerini bilmeli. Kendi kıymetini asla parayla, statüyle, kariyeriyle ya da bunların yokluğuyla eş tutmamalı. Hak edene saygı göstermeli ve ona gösterilince öpüp başına koymalı. Bir insan olarak, onu eşsiz yapan tüm özelliklere ve tabii güzelim defolarına sahip çıkıp onlarla kendisini var etmeli. O bütünlük içinde her nefese şükretmeli.

Ve tabii bu arada Maslow’a sormalı, elinde hiç bereketli sebze meyve tohumu var mı?

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 240

Bir yanıt yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d