Oturup kalkmasına, en çok da kuluçkaya yatarmışcasına aynı pozda saatlerce oturmasına baktıkça kedimin kendisini tavuk sandığından şüpheleniyorum. Ama ne yalan söyleyeyim, bu konuyu çok da önemsemiyorum. Hoş, diyelim ki önemsedim. O zaman ne olacak, pisicik ruh hekimine taşınacak, seans sonrası psikoz teşhisi konulacak ve yeşil reçete hap mı başlatılacak?
Olmaz öyle, hem ben onu olduğu gibi seviyorum. Bütün gün fosur fosur uyuma, ıslak mama seçme ve beni uyandırmadığı sürece sabaha karşı evde olmayan gölgeleri avlama hakkını da saklı tutuyorum. Fakat yine de merak edenler için söyleyeyim: Kedimin kendisini tavuk sanma hakkına saygı duyuyorum. Ama gerçekte tavukken kendini tavuskuşu gibi tanıtan ya da kurtken kuzu gibi gösterip kuzucukları yutanlarla ilgili hiç de öyle hissetmiyorum.
Ancak ne yazık ki günümüzde görünenle olan, söylenenle söylendiği söylenen arasındaki farkların korkutucu derecede silikleştiğini düşünüyorum. Bu yüzden de yaşadığımız şehirde ya da dünyada olan biteni anlamak için okuma yazma bilmek, medya okur yazarı olmak ve bilgiye erişebilmek yeterli değil artık.
Her Eve Bir Kristal Küre
Adeta hepimize birer kristal küre gerekiyor. Birer de şifre çözücü cihaz, yalan makinesi, semiyoloji bilgisi, semboller ve referanslar ansiklopedisi! Gerçekten de böyle düşünüyorum. Çünkü evet eskiden de medya organları kamuoyu oluşturmakta çok etkiliydi. Zaten üç beş televizyon kanalı vardı ve gece televizyonda oynayan film, yeni bir reklam ya da son dakika haberi ertesi günkü günlük konuşmaların arasında önemli yer tutardı.
Ama o zaman böyle miydi anam babam? O zaman “gerçek”, ekmek gibiydi. Tamam içinde birçok delikler, hamurdaki hava kabarcıkları falan vardı ama ekmek de vardı. Şimdiki “gerçek” ellerdeki hamur gibi; her avuca göre ayrı şekil alıyor, her bakana ayrı görünüyor.
Hatta jöle gibi, geceden yaptın yerim diye sonra unuttun dışarıda. Sabah bir baktın, ortada bıraktığın jöle, renkli bir su birikintisi olmuş. Hani o tatlıydı, yiyecektin ne güzel, ne bu şimdi?

Serin serin kaşıklayamadığım jöleyi acaba ılık ılık içsem mi diye düşünürken Platon’un mağara benzetmesi geliyor aklıma. Acaba bu zamanda yaşasaydı ne derdi? Şekil değiştiren olguların ve hologramların gölgelerinden mi söz ederdi? Hologramların gölgesi oluyor mu acaba, olmuyordur kesin ya, yoksa, acaba?
Neyse, peki niye takıyorum “gerçeği” bu kadar aklıma. Ha oymuş gerçek, ha buymuş, ne olmuş yani diyen soranlar varmış. “Gerçek” önemli çünkü o, gerçeklik algımızı üzerine inşa ettiğimiz zemin. Sağlam ve dayanıklı olmasına ihtiyacımız var, hem de çok!
Düşün ki güzel bir ev yaptırdın, İstanbul’un biraz dışında. Dediler ki “abla buranın yeri deprem için ideal, altı kayalık, o yüzden fiyat yüksek.” Tamam dedin, zarzor kazandığın paralarla son kuruşuna kadar ödedin, çoluk çocuk, torun torba yaşar gideriz dedin. Pazarlık bile yapmadın ustalarla çünkü herkesin emeğinin karşılığını tam alması gerektiği kanaatindesin. Eve yerleştin de ve ilk yağmurda dışarıya bir çıktın ve kayalık dedikleri yerde bileklerine kadar balçığa saplanıp kaldın!
Ya da “Ben de senden çok hoşlanıyorum ama şu aralar bir ilişkiye hazır değilim. Biraz zamana bırakalım tatlım” diye seni oyalayan insanı gelinlikçide yanındakiyle sarmaş dolaş gördün. Hayır canım, kız kardeşi ya da kuzeni değil, nasıl öpüştüklerini görünce ondan da emin oldun!
Ayaklarının altındaki zemin nasıl şimdi? Havada asılı kalmak nasıl geldi? Neyse ben jölemi içeyim ve hologramları araştırayım şuraya oturup sonra da kristal küre aramaya giderim. Sana ve Platon’a iyi günler dilerim.
Elinize sağlık, fazladan kristal küreniz varsa alabilir miyim? 🙂
Onu ararken ayaklarıma kara sular indi Tahtakale’nin arka sokaklarında. O yüzden bir sürü aldım pazarlık edip ya birilerine lazım olursa dedim. Tabii, adresi bildirin, size hemen yollayayım bir tane unutmadan 🙂
Ellerinize sağlık, gerçekten güzel bir yazı olmuş. 🙂
Hoş geldiniz, iyi ki geldiniz.
Çok teşekkür ederim 🙂
Kaleminize sağlık 😊
Teşekkür ederim 🙂
Hoş gelmişsiniz.