kalemler elimizde, kamera belimizde

Bugünlerde ülkemin dört bir yanından gelen bazı haberleri duydukça dehşete kapılıyorum. Netflix’in gerilim, sosyal dram ve suç konulu yapıtlarının seti gibi oldu memleket. Azı var, fazlası yok! Birçok semtte Yatağımdaki Düşman çekiliyor, yan sokaklar hep Hayvan Mezarlığı… La Casa de Papel, Sefiller, Esaretin Bedeli ve Vatansız zaten buraların olmazsa olmazı! Ve tabii illa da Kurtlar Vadisi, Çukur, Fatmagül’ün Suçu Ne ve Livaneli’nin eseri Mutluluk… Hayat adeta okuna okuna bitmeyen bir Ağır Roman!

Bir de henüz eserlere konu olmayan ama eminim günün birinde ekranlara yansıyacak daha başka konular var: Kadınlara, çocuklara ve doğaya reva görülen güncel şiddet türleri bunların içinde başı çekiyor. Ve hepimize aynı soruları sorduruyor: Niye? Bu adamların derdi ne?

Detektif ya da suçlu karakter analizi uzmanı değilim şüphesiz. Olasım da yok. Ama olan bitene bakınca, toplumda yer yer yön değiştiren şiddetin gücü yetene eziyetini görüyorum. Hani lisedeyken psikoloji dersinde öğretmişlerdi, yön değiştirme diye bir savunma mekanizması: Baba işyerinde patrondan azar işitiyor ve haliyle öfkeleniyor. Ama ona gücü yetmediği için karşılık veremiyor ve her söyleneni yutuyor. İçinde bu öfkeyle, kaynayan bir sinirle eve geliyor. Karısı kapıyı açar açmaz ona çemkirmeye başlıyor, çemkirince rahatlıyor.

Fakat bu sefer, o öfke kadına geçti tabii. Kadın onu rahatsız eden bu olumsuz hislerle nasıl baş edeceğini bilemiyor. Tam o sırada oğlu odaya giriyor koşarak ve kadın “ben sana bu evin içinde koşulmayacak demedim mi bin kere?” diye avazı çıktığı kadar bağırmaya başlıyor. Şimdi mutsuz olan oğlan. Annesinin ona niye bu kadar kızdığına anlam veremiyor. Odasına gidip yatağının altına giriyor, kalbi kırık bir halde. Onun sessiz hıçkırıklarını duyan köpeği yanına gelince ona sarılmak yerine bu kez o da köpeğine bağırıyor: “Git başımdan, seni çağıran oldu mu!”

İnsanlar onlara hazmedemedikleri ama karşılık da veremedikleri duygular yaşatan kişiyle olan sorunu çözemediğinde, o duyguları paket halinde başkasının üstüne atarak o an için sırtındaki olumsuzluktan kurtuluyor bazen. Kendisi kurtuluyor belki ama aslında o olumsuzluk çözülmüyor, tam tersine yayılıyor. Yayıldıkça etki alanı büyüyor ve zarar verdiği canlı sayısı artıyor.

Ağır Roman

Kaptancık

Sanırım bütün insanların akıl sağlığını korumak için kendi hayatları üzerinde belli bir kontrolleri olduğunu hissetmeye ihtiyacı var. Kendi hayatları, kendi gemileriymiş ve tek kaptanı kendileriymiş gibi hissetmeye… O yüzden de içinde ilerledikleri su ya da tepelerindeki havanın durumu karışınca onlar da karışıyor. Aniden patlayan fırtınayı yumruklayamadıkları için kenarda korkuyla bekleşen kediyi tekmeliyorlar. Kabaran denize söz geçiremedikleri zaman önüne gelen yolculara bağırmaya başlıyorlar.

Zamanla hayatının üzerindeki kontrolü kaybetme duygusu o kadar çaresiz hissettiriyor ki o gücü elinden alınmışlık hissi bağırmakla filan çözülmüyor. Çaresizliğin dozu artıkça dışa vurumunda görülen şiddet de orantısız biçimde yükselmeye başlıyor. Bünyede zaten olan bir zayıflığı bularak bu kaptan bozuntularını birer suçluya dönüştürüyor. Bu dış mekanizma, o şiddeti uygulayanları suçsuz mu yapıyor, tabii ki hayır! Ama nedeni anlamak sorunu kaynağında çözmek ve önlem almak için kafa yormayı mümkün kılıyor.

Çekilen tüm karanlık senaryolara rağmen yine de enseyi karartmamak lazım. Yeni senaryolar kaleme almak mümkün. İnsanın gücü nelere yetmez ki! Daha ne filmler çekilecek buralarda, ne setler kurulacak. Bence ilk önce Thelma ve Louise yeniden çekilecek. Sonra Ölü Ozanlar Derneği olsun, Hair olsun, Kelebekler Özgürdür, Uyanış ve Yaşamak Güzeldir olsun, arkası gelir… Sen ne dersin? Sen nasıl bir filmin içinde yaşamak istersin?

kalemler elimizde, kamera belimizde” üzerine 8 görüş

  1. Emeğinize sağlık çok güzel yazmışsınız.Umarım yazınızın sonundaki temennileriniz gerçekleşir.🌸

  2. Ülke ve belki de dünya kocaman bir Masumlar Apartmanı olmuş ama farkında değiliz gibi, kabullenemiyoruz gibi ya da bu durumdan rahatsız olmuyoruz gibi. Çünkü başkaları da hata yapınca kendi hatalarımızı kolayca örtbas edebiliyoruz, kolayca kabul ettirebiliyoruz kendi vicdanlarımıza. Çünkü başkaları da bir haltlar çevirince kendi pisliklerimize kılıf bulabiliyoruz rahatlıkla. Kendi adaletimizi kendimiz sağlamaya çalışıyoruz tıpkı kaptan tek başımıza kendimizmişiz ve hüküm sadece bize aitmiş gibi. Güzel günler ve güzel sahneler de elbet var bu filmlerin içinde ama yeterli değil. Elbet çoğalacak ve yeterli düzeye gelecektir ama ne zaman olur bilinmez. Distopik bir dünya tasvirinin içinde miyiz yoksa öyleymiş gibi davranma eğiliminde miyiz, buna karar vermek lazım. Ondan sonra çözüm basit gibi.

    1. Bütün dünya hala süren bir distopyanın içinde yaşıyor bana kalırsa. Virüs ve etkileri karmaşayı, verdikleri zararı artırıyor. Bunlar zaten ne zamandır devam eden çevre ve küresel eşitsizlik konularına ekleniyor. Öte yandan her ülkenin kendine has sorunları da var. Çok katmanlı dertler yumağı kısacası…

  3. Yine enfes bir yazı, elinize sağlık. “Hayat adeta okuna okuna bitmeyen bir Ağır Roman.” O kadar derin ve o kadar anlamlı bir cümle.

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: