İnsan kendisiyle zaman geçirdikçe, elindekilerle geçinmeyi öğreniyor galiba. Kendine alışıyorsun, çevrene ve yaşadığın devre alıştığın gibi. Zayıflıklarını, yapıp edebileceklerinin sınırlarını, güçlü yanlarını tanıyorsun.
O şarkının ilk notaları çalmaya başladı mı mesela, nerede olursan ol, elin kendiliğinden uzanıyor kâğıt mendil için çantayı yoklamaya.
Araba virajları fazla mı kıvrak dönmeye başladı, hop mucizevi bir şekilde “aman tutma beni yol” ilacını bulup susuz indiriyorsun mideye.
Dahası, sevmediğin yanlarını bile ya kabullenmeye başlıyorsun ya da değiştirmek için adım atıyorsun bazen yavaş bile olsa. Hatalarının hepsinin sadece senin sorumluluğun olmadığı gerçeğini fark ediyorsun, kalanına da “hataysa da benim hatam hoca, o hata o zaman yapılmasaydı şimdi varlığı için şükrettiğim hiç kimse yanımda olmayacaktı” diyorsun. Bir de şanslıysan eğer kendinle dalga geçme yetisini kazanıyorsun!
Ben bu şanslı azınlıktanım çoğunlukla çünkü kendimi çok güldürüyorum! En son bir soğan terapisi epizodu yaşadım ki benle beraber, evlere şenlik!
Sıradan bir Cumartesi, ne zamandır mutfağa girmemişim. “Hadi bir patatesli börek patlayım” diye kalkıyorum koltuktan, yanına da taze çay demledik mi, gerisi malum…
Mutfağa gidiyorum, soğanları ince ince doğramaya başlıyorum. Gözyaşları durur mu, bu sefer onlar da yüzümde ince ince yollar açıp “biz de buradayız” demeye başlıyorlar. Onların bir acı ya da keder yüzünden gelmeden ve aslına bakılırsa rızamı istemeden minik dereler gibi akmaları içimi garip bir huzurla dolduruyor.
Elim soğanda, gözüm yaşlarda, yüzümdeki ıslaklığın verdiği o tuhaf duyguyla içimi dinliyorum. Artık böreğin önemi azaldı, anın enerjisi anın tüm varlığını kapladı.
Yanaklarımdaki ıslaklığın tek kişilik bir yağmura dönüşüp beni yıkamasına izin veriyorum soğanlar ufaldıkça. Aklım, hatıraların arasında taştan taşa sıçrayan bir çocuk gibi enerjik… Bir şarkıdan bir anıya, bir kavuşmadan bir vedaya zıplıyor ardı ardına…
Neden sonra kendimi beş çayını hepten unutup kanepede uzanmaya hazır hissediyorum. Ruhun derinliklerinde dolaşmak varken bedenin sığ olanakları da ne!
Neyse ki bedenin sınırlarını hatırlatıyor guruldayan mide, böylece elimdeki işe ara vermeden devam ediyorum.
Tetikçi soğan, diplomasız bir terapiste dönüşüyor zihnimde. Plansız bir terapi seansı yaşıyorum adeta onunla. Zihin gözümün önünde geçiş merasimi yapan eski fotoğraflar, acıtmadan canımı, kişisel tarihimi anımsatıyorlar. Ağlıyorum yarı şaka yarı ciddi ama iyileşiyorum da. İçimi ısıtan garip bir tatmin duygusu bu, bir yandan hayali bir yandan ayaklarımı yere sağlam bastıran…
Durur muyum, kendi kendime diyorum hemen “hakkını vermeliyim, dostum. Soğan terapisi isimli bu kayda değer icadınla insanlık tarihine geçmeyi sonuna kadar hak ediyorsun!”
Neyse ki alışık benimki böyle içten gelen iltifatlara da hiç takılmıyor bana. An kaçırmadan bir özlü söz yumurtluyor hatta: “Yaşamın illüzyonlarına fazla paçayı kaptırmamak şart! Hayatı da kendini de fazla ciddiye almamalı insan. Öte yandan ipin ucunu da kaçırmamak lazım şüphesiz. Di’ mi azizim?”
Dediğini anlamışım gibi “oldu canım” deyip geçiştiriyorum. Kendimle diyaloglarıma ve parça pinçik soğanlarıma dönüp konuyu değiştiriyorum az sonra: “Issız bir adaya düşecek olsan, yanına alacağın üç şey ne olurdu?”
Çocukluğumun bu klişe sorusuna doğru cevap vermenin ne kadar zor olduğunu hatırlıyorum. Ama artık bu konuda gayet donanımlı olduğum için hemen atlıyorum: “Biiiiir, soğan! İkiiii…”
Siz sadece birini söylemişsiniz. Ben yanıma alacağım üç şeyin diğerlerini de yazayım dedim.
Bir: soğan, iki: soğan, üç: soğan…
Her şeyi aldıysak çıkabiliriz yola. :))
O kadar soğanla grup terapisi bile olur!
Demek arada bir soğan da lazım. Gerekebilir tabii ki.Olabilir neden olmasın ki? İnsan yaşadıkça neler geliyor başına ve nelerle karşılaşıyor. Ama artık anladım ki (tabii bunu anlamak için benim gibi 70 lere uzanmak gerek )hiç umrumda değil olacaksın zaman zaman. Bir çok konu umrumda bile olmayacak.O zaman daha rahat oluyor herşey. Boşver gitsin.Anlayana.
Yaşam en büyük öğretmen… Eli bazen ağır, bazen şefkatli.