Öyle garip bir devirde yaşıyoruz ki çoğunluğun durumuna bakınca kendime “normal” demeyi bunca senelik kişisel oluşum macerama hakaret sayarım. Hatta derim ki… Boşuna öğretmiş öğretmenlerim siyah önlüklü yıllarımda, hocalarım manzara karşısında… O güzel gözlü sevgililer boşuna sevmişler, terk etmişler, yine sevmişler, bu kez ben gitmişim filan da feşmekân… Boş yere okunmuş kitaplar, özümsenmemiş, sırta yük edilmiş sadece… Ne dostlar edinmişim, kaybedince kendimden de birazını onlarda kaybedip toprağına tohum etmişim… Boşuna dikmişim boş bakışlarımı kasvetli tavanlara geceler gecesi, gün ağarıncaya dek…Ne diye senelerce çalışmışım ki öyleyse, kıta kıta dolaşmışım… Farklı yemekler tatmışım, patikalar açmaya kalkmışım… Derim. Daha neler derim de, gerek yok sanki, zaten durum ortada…
Peki, “na’pcaz şimdi,” büyük düşünür Nazan Öncel’in sorduğu gibi… Adına dünya denen köyde, herkes kör oldu diye sabah akşam güneş gözlüğüyle mi gezeceğiz? Gördüğümüzü görmezden mi geleceğiz? Suspus mu olacak görebilen beyinler, diyebilen diller? Hani sesimiz vardı, sözümüz olacaktı? Ne oldu o masallar?
Anlaşılamayacağız nasılsa diye kollarımızı bağlayıp kalbimizin üstünde, sırtımızı mı döneceğiz dünyanın tüm iyi ihtimallerine de?

Herkes delirmiş işte, birkaçımız hariç! Açık ve net! Dedim ya, durum ortada!
Baş edemedikleri gerçekleri inkar etme konusunda seviye atladı gezegen halkı! Bravo gerçekten, ne diyeyim? Sınıf, cinsel eğilim, yaş ve eğitim konularında tüm sınırlar kalktı; nihayet sınıfsız bir uluslararası toplum olmayı başardık, peh!
Niye mi? Çünkü insanlar iki konuda misler gibi birleşti 1) Hoşlarına gitmeyen gerçekleri görmezden gelmek 2) Tanımadıkları için korktuklarını kötülemek!
Misal, küresel ısınma diye bir şey yok. İklim değişikliği koca bir yalan. Değişen iklim koşulları nedeniyle aç kalan ya da mağdur olan kimsecikler yok. Farklı coğrafyalarda yaşanan afetler yüzünden yer değiştirmek zorunda kalmıyor insanlar ve hayvanlar… Ağaçlar, otlar, çalılar “keşke benim de köklerim değil de ayaklarım olsaydı da, ben de göç edebilseydim, belki kurtarabilirdim canımı” demiyor… Yarın sınırlarını canın gibi koruduğun ülkenin içine sızmayacak benzer durumlar, dağdan, taştan, havadan, uzaydan… Hatta şimdiden sızmadı, seni de gözlerini açıp kapayamadan, o dudak büktüğün iklim mültecilerinden biri yapmayacak… Her şey çok güzel, hiçbir şey değişmeyecek, her şey hep olduğu gibi, böyle çok güzel kalacak…
Bence de öyle! Kelimesi kelimesine katılmamak elde mi ki? Bir sussalar “çok bilenler” işte o zaman “inkar edenler” kendi “yankı odalarında” nihayet huzura erecek; kaygısızca soğuk limonatalarını içerek mutlu mesut yaşamaya devam edebilecek!
Ne anlatırsın ki dinlemeyene? Ne denir ki bir kulağından girmeden işitene? Korkusundan felç olmuş ve güvenini kaybetmiş birine nasıl “korkma, birlikte çözebiliriz” dersin. Var ki kurdun bu cümleyi… Kimi inandırabilirsin?
Dinozorlar öldü. Mağaralardan gökdelenlere taşındık. Yaprakla, toprakla yabancılaştık. Parayı yiyemediğimizi unuttuk, her şeyin sanalına dadandık, çevrimiçi alemleri yaşam sanıp içine daldık. Ne akıl kaldı ne akıl sağlığı… Ne farkındayız ne de umurumuzda! Bütün dünya tırlattık!
Ama sorsan, deli benim, sensin. Onlar “normal”se madem hunim tacımdır benim. Hunim neredeydi? Gömleğim? Tersine giderken lazım olacak… O yüzden, zahmet olmazsa, direksiyonu da getiriverin!
Direksiyon bende, onu veremem. 😂
Şaka bir yana toplumu çok iyi analiz eden bir yazı olmuş. Kaleminize sağlık.
Sahi hepimiz bu kadar akıllıysak bu toplumun delisi kim? Eğer hepimiz deliysek zaten hayat bize güzel demektir ki o zaman sıkıntılar da kendiliğinden biter.
Eğer hâlâ direksiyonu istiyorsanız huniyi bana vermelisiniz. 😂
Direksiyonla huniyi bıraktım.
Kendi ellerimle yaptığım salla Mars’ta su ve kiralık ev aramaya gidiyorum. Yolda Cici Kızlar’dan “Delisin”i dinliyorum. Varınca su güzelse haber ederim 🙂
Şaka bir yana, beğenmenize çok sevindim. Güzel sözleriniz için teşekkür ederim.
Hiçbir şey bilmediğini bilmekle başlamalı her şey, ondan sonra farkındalık yolunda bir gıdım ilerleyebiliyoruz sanki. Ama bazıları bilmeleri gereken her şeyi biliyorlar zaten. Buna cehalet diyoruz. Bir yerden sonra da cehalet ile kötülük arasında bir fark kalmıyor. Evet yığınlar ‘kalitesiz’ olabiliyor, ama eğitim şart diyince de seçkinci olunuyor maalesef, ve bu döngünün içinden çıkılamıyor. Sokrates demokrasiyi niçin desteklemedi, hatta niçin demokrasiden nefret etti, taaaa o yıllardan dünleri, bugünleri ve yarınları nasıl görebildi… Hepimizin bunun üzerine düşünmesi lazım belki de.
Hiçbir şey bilmediğini bilmekle başlamak fikrine katılıyorum. Eğitim şart ona da katılıyorum. Sokrates de bazı açılardan haklı. Ama eğitimsizlik eşittir kalitesizliktir denklemine katılamıyorum. Çok dallı budaklı ve boyutlu bir mesele. Sanki bir boyutu da şu. Bilgi illa ve sadece eğitimle gelmez. Sezgisel akıl diye bir şey vardır. Sağduyu vardır. Gözlemle gelen bilgi vardır, tecrübenin kattıkları vardır. Okulun içinde olduğu kadar dışında da edinilen fikirler, bilgiler ve değerler vardır.
Değerler, duygular ve beklentiler, kararlarda bilgi ya da eksikliği kadar etki yaratır bence. Mesela birinin zaafı çoksa, esnek bir düşünme şekli yoksa, dayanma gücü de azsa rıza üretimi yapmaya bile gerek yok ki. Zaten çıkacak çatlak arayan mağma durumu!
Evet, dediğini düşünmek lazım. Azınlık haklarını düşünmek lazım. Bireysel ve küresel ölçekli toplumsal akıl sağlığının erişilebilirliğini düşünmek lazım. Doğayla barışma yollarını düşünmek lazım. Düşünecek çok şey var ve gezegen can çekişiyor! O yüzden en çok huni lazım! 🙂
selamlar ( :
yine çok değerli bir yazı kaleme almışsınız. hem ülkece hem dünyada baya tırlatmış durumdayız. artık olmaması gereken pek çok şeyleri kanıksamaya başladık. yazınızı okurken Kemal Sunal filmleri düştü hatırıma. çok yaşayın..
selamlar, sevgiler..
Teşekkür ederim güzel sözleriniz için.
Ne harika bir benzetme yapmışsınız, onur duydum. Usta huzurla uyusun.
Çok yaşayalım, iyi yaşayalım, sadece mutluluktan delirerek yaşayalım hepimiz.