AKM ne demekti?

Bu yazıyı yazmayacaktım. “Geçti Bor’un pazarı” dedim kendime belki elli kere. “Önümüzdeki maçlara bakalım” filan da dedim. Ama galiba bazı şeylerin söylenmesi gerekiyor, anlaşılmasa ve umursanmasa bile. Tarih, resmi olmayanı tabii, kesin bir yerlere bir şeyleri not düşüyor! Ya da düşmüyorsa da kendi kaybediyor! Tınnnn!

Bugün 8.500 yıllık bir şehirde doğan, orada büyüyen ve oraya gönül düşüren bir insanla o şehrin hikayesine dair kısacık notlar paylaşacağım. Zaten uzun uzun yazmaya da okumaya da gerek yok sanki bunu yapan da yok, çoğumuzun içi kurudu…

Daha lisedeyim. Haber geldi, o kadar sevindik ki… İnanamıyoruz kulaklarımıza, zıp zıp zıplıyoruz yerimizde, şef kızmasın diye sevinç çığlıklarını içimizden atıyoruz. Hayır, bu gerçek olamaz! Lise korosuyla AKM’de konser vereceğiz. Eller ayaklar şimdiden zangırdamaya başladı! “Sesim kısılmaz değil mi o gün?” “Çiğ yumurta içmek boğaza mı iyi geliyordu?”

Provalar çoğaldı, hepimizde, en çok da solistlerde gerginlik artı. Günler saatlere dönüştükçe daha heyecanlı ve hevesliyiz. Uzun siyah etek tamam, beyaz bluz tamam, siyah rugan ayakkabılar hazır! Partisyonlarımızı sıraya dizdik. Önce prova almaya gittik AKM’ye. 

Zaten bale, konser ve operalar için bazen ailemle ya da okulla oraya gider, her gidişimde büyülenirdim. Yine öyle oldu. Düşünsene, bu sefer seyirci de değilsin! Sahnedesin! Elini kolunu sallayarak kulise girip çıkıyorsun, soyunma odalarında saç tarıyorsun falan. Bu bir rüya olmalı!

Evet bir rüyaydı! O konser ve sonrakiler. Galiba üç konserde sahne aldım orada, farklı farklı korolarla, belki daha fazla. Hepsi müthişti. Binanın yaklaştıkça büyüyen o sade ihtişamı… İçine girince saygı uyandıran ama ezmek yerine kucaklayan devasalığı… Akustiğini, salonlarını, dekorlarını zaten saymıyorum bile… Ama o zarif yıllanmışlığı, zamansızlığı… Sihir vardı oranın temelinde, çatısına uzanıp bacasından çıkarak tüm şehre sanat solutan…

Sonra “eskidi” dendi, “restore edilecek” dendi. Eşyanın kanunu, her şey eskir. Ama uzmanların kabul ettiği ve sanat camiasının pek sevindiği gerçek şuydu ki o haliyle AKM kurtarılmaya değerdi. Şehrin anıt mekanlarından biri olmasının yanı sıra birçok açıdan hala iyi durumdaydı ve sadece eskiyen yerleri tadilattan geçecek, bina güçlendirilecekti.

Sonra sahne ve gösteri sanatlarının kalbi olan merkez kapandı. Davalar açıldı, sonuçlandı. Tadilat için projeler yapıldı. Bazı adımlar atıldı. Sonra durdu. Basın bildirileri okundu. Tadilat başladı. İstanbul’un Avrupa’nın kültür başkenti olduğu 2010 senesinde proje yine bir hızlandı gibi oldu. Ajans bu projeyi çok önemsiyor, tadilata fiilen hemen başlamak istiyordu. Ama belli ki kartlar başka türlü karılmış, zarlar çoktan atılmıştı… 

Sonuçta şu oldu bu oldu… Başladı başladı durdu. “Bina çürümeye mi bırakılıyor, şimdi ne oldu?” derken…. Gitti bizim AKM! Bir vardı, bir yok oldu! 

BAŞKA BAŞKA AYRINTILAR

Çocukluğumuzun İstanbul’undaki tavşandan niyet çektiren ağabeyler … Kazanla süt, yoğurt satan amcalar… Geçerken gülümseyen parfüm kokulu, eşarplı nineler… Tombul, sarı dolmuşlar… Hamburgerci Kristal… Boş yollar ve sakin kaldırımlar… O kaldırımlarda birbirine dirsek atmak yerine arada tebessüm etmeyi tercih eden insanlar… Yaşamı yaşam yapan, küçük sanılan, bir sürü başka başka ayrıntılar…

Onlar da yandı bitti kül oldu!

Geçenlerde kırmızı toplu yeni AKM açıldı. Ve açılışla birlikte “oraya giderim, gitmem” tartışması başladı. Bence soru şu: Şehirde kaç tane kapsamlı opera, bale salonu var ki gerçek sanatsever “banane ben gitmicem!” diye eskisini yiyen yeni taklide sırtını dönebilsin? Dönebilir tabii isterse, eskinin Pazar Konseri programı gibi tüm eserleri televizyonda seyreder. Hem ne farkı var değil mi?

Yok. Değil işte, sorun da o! 

Neden aileler kuşaklar boyunca elden ele geçen bir şeye, ne bileyim bakır tasa ya da kök boyası halıya bu kadar değer verir? Neden yeni gelin olacak bir kız, büyükannesinin gelinliğini model alıp onu yakmak ve fotoğrafından yenisini yaptırmak yerine büyükannesinin gelinliğiyle dünyaevine girer? Neden eski ama hala sağlam ya da tamir edilebilir olanın yüreğimize verdiği sıcak, tanıdık his onun yerini alanda “acaba anlaşacak mıyız?” diye başlayan soğuk bir tanışma merasimi haline gelir?

Neden İstanbulluların çoğu yurtdışına çıktıklarında iki üç kat fazla para ödeyerek 1700’lü yıllardan kalma kafelerde içer kahvesini? Neden bilmem kaç yüzyıllık mezar yerleri bile çiçek bahçesi gibi akın akın ziyaretçi kabul eder o memleketlerde? Neden sanatçıların yaşadığı, yazdığı, beste ya da resim yaptığı evleri gezerler müze diye? Bizimkiler nerede?

Benim AKM’m mi o hala, senin mi? Kimin? Valla mı? Hepimizin mi, deme!

Bir süre önce can dostum, “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Her şey öyle başladı zaten...
Yazı oluşturuldu 237

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: