Pollyanna, söyle bana

Bir şeyi çok istemek ama onun gereklerini yerine getirmeyi ya da sonuçlarına katlanmayı hiç istememek! Ne garip geliyor kulağa ilk seferde değil mi? Oysa bana sorarsan bu, insan olmanın en temel çelişkilerinden biri!

Misal, çoğumuz alışveriş yapmaya bayılıyoruz. Ama para harcamaktan nefret ediyoruz. Çünkü para kazanmak için harcanan vakte ve katlanılan fırsat maliyetlerine yanıyoruz!

Başka bir misal: Yemek yemeğe bayılıyoruz. Hele o çikolatalı tatlılar, çıtır çıtır börekler, bol peynirli lazanyalar, cevizli kurabiyeler… Dilimizden o lezzetleri mahrum etmeyelim ama o kiloları da vücudumuzun dört bir yanına musallat etmeyelim istiyoruz.

Sonra mesela çalışmak istemiyoruz. Hele biri tepemizde “Onu öyle yap, bunu şöyle yap” diye bilip bilmeden bir şeyler söylesin hiç istemiyoruz. Öte yandan yaşamın vaat ettiği keyifleri ve konforları da yaşamayı arzu ediyoruz. Yani paramız olsun istiyoruz.

Sıradan, kişisel bir çelişki gibi görünse de aslında birçoklarımızın paylaştığı ortak bir dert bu! Dünyaya bir kere geliyorsak madem ve zamanımızın ne kadar olduğunu bilmesek de sınırlı olduğuna, aldığımız her nefes kadar eminsek o halde biz de olan zamanımızı keyifle geçirelim istiyoruz. Ne de olsa her insan eşit yaratılmış, o zaman hepimiz en iyisini hak ediyoruz.

Öyle değil mi? Değil! Bu formül neredeyse hiç işlemiyor. Her şeyden önce bir cüzdan meselesi var. Tamam, adamlar Ferrari’ler, Maserati’ler, Porsche’ler vb, bütün o harika arabaları üretiyor ama bunu topu topu iki günlük dünyada, sen açık, kaymak gibi yollarda dolaş, araba kullanma zevkinin doruklarına eriş diye yapmıyorlar. En temelde para için yapıyorlar.

Diyelim ki şanslısın, ağzında altın –gümüş de değil– altın kaşıkla doğdun. Yani beşikteyken daha sponsorun vardı, olsun, o bile seni kurtarmaya yetmiyor. Çünkü insan ruhu alabildiğine kompleks! İnsan kolay sahip olduğuyla yetinemiyor, içindeki boşluğu onunla kapatamıyor, kendi arayışını tatmin edemiyor, elindekinden çabuk bıkıyor ve onun kıymetini bilemiyor! Yani hayatında para varsa ama anlam yoksa yaşam oyununun tüm tadı yine kaçıyor! 

Diğer taraftaysa, örneğin yaşadığın şato gibi evin bahçe çitlerinin öbür yanında, yaşamı anlamla, duyguyla dolu birileri var diyelim. Ama orada da yedi kişi, tek odalı, çatısı akan bir evde, yarı aç yarı tok bir hayat sürüyor. Bir yanda tek kişi yedi odalı evde mutsuz yaşıyor, öte yanda da tek odada yedi kişi mutsuz yaşıyor. 

Peki, çözüm nerede Pollyanna?

Salt matematiksel olarak bakabilsek ne kadar çabuk çözülebilir bir sorun aslında değil mi? Sekiz kişi sekiz odalı evde konfor içinde yaşayabilirdi. Ya da dörder kişiden iki evde misal… Birebir ortalama almak da şart değil ama bir tık daha eşit olsaydı dağılım! O zaman meselenin sadece kaynak azlığı değil aynı zamanda adalet azlığı ya da açgözlülük fazlalığı olduğu anlaşılabilirdi.

Gece bara uğramış, orada Pollyanna’yla karşılaşmış ve karşılıklı dört beş kadeh atmış gibi geliyor mu kulağa? Halbuki onun fazla olumlu, saf, çocuksu ve durduk yere şuna buna ümitlenen hallerini fazla naif ve zayıf bulurum!

-Peki, çözüm nerede Pollyanna? İnsan neden bu kadar çeşitli çelişkilerle dolu? Toplum, toplumsal sistemi kurarken neden yalan yanlış kurdu? Neden kremalı pasta bu kadar lezzetliyken brokoli tam bir sağlık deposu?

Pollyanna’yı hıçkırık tutmuştu, kahkahalar arasında cevap verdi: 

-Cevapları çok yakında bulacağım, inan bana, bir anda içime doğdu!

Bir cevap yazın

E-posta hesabınız yayımlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir

Aramak istediğinizi üstte yazmaya başlayın ve aramak için enter tuşuna basın. İptal için ESC tuşuna basın.

Üste dön
%d blogcu bunu beğendi: