Geçen gün biraz kendi kendimle kalıp içimden geçenleri dinledim. Doğrusu ya, neden bu aralar eskileri hep özlemle andığımı merak etmiştim. Hasretle hatırladıklarımın hepsi sanki birer sepya fotoğraf… Hani o elinde sertçe tutmaya kıyamayacağın cinsten, eşi benzeri olmayan ve dünyaları versen tekrarlanamayacak anları anlatan.
Çoğu sakin kareler. Hemen hepsi tebessümlerle dolu. Daha bebek, daha çocuk ya da daha genciz onlarda. Daha da önemlisi daha kalabalığız. Bu kadar azalmamışız. Ne sayımız şimdiki gibi azmış, ne de geriye kalan zamanımız…
Ama galiba en önemlisi yaşama sevincimizin bolluğuymuş. Belki elle gelen düğün dernekti o zaman. Belki düşünce acıyı unutarak yeniden umutla ayağa kalkmak için yanağa kondurulan içten bir öpücük, ele tutuşturulan parlak kırmızı bir horoz şeker yeterdi.
Belki de elimizdeki avucumuzdaki bizim için fazlasıyla yeterliydi. Ne fazlasına heves vardı, ne o hevesi söndürmek için sabah akşam çalışma zorunluluğu.

Belki uğurlu zamanlardı: Bereket vardı evlerde ve huzur gönüllerde.
Ya da belki de internetsiz zamanlarda kötü haberleri anı anına öğrenmemek, üç beş sıkıcı kanallı zamanlarda vaktini ha bire ekran karşısında geçirmemek, cep telefonu olmasa bile birbirinin hayatında kalmayı becerebilmekti huzurun sırrı.
Bilmiyorum.
Ama dedim ya, geçen gün biraz kendi kendimle kalıp içimden geçenleri dinledim. İçimde yaşayan kendi matruşkalarımın gözlerine bakarak daha saf yanlarımla hasret giderdim. Meğer sadece düşlerimde kalan o naif maziye değil kendime de hasretmişim.