Komşunun biri matkapla bir şey deliyor bu saatte, delmez olasıca. Doğa anaysa bir yağmur konçertosu yönetiyor coşkuyla… Ağır diş ve baş ağrısıyla kendimi erken emekli ettiğim bu harika günde yatağın içinde acısız ve huzurlu bir uyku aranıyorum. Kulağımı ve zihnimi matkap seslerini dışarıda bırakıp yağmurun tıpırtılarına yoğunlaştırmaya zorluyorum. Yağmur kokusunu yastığıma taşıyan rüzgarın yardımından medet umuyorum.
Kendi kendime “bak işte, hayat da böyle” deyip duruyorum “matkap sesleri hep olacak ama kulaklarını sadece yağmur tanelerini duymak için eğitebilirsin.” Bu bakış açısı belki kendiliğinden kolayca gelecek bir çözümü müjdelemiyor ama yine de içinde ümit taşıyor.
Yattığım yerde ağrıyan başıma ulaşan tren sesleri İstanbul’a uçuruyor yatağımı. Olur olmaz gönül dertlerinin genç yüreğime abandığı yılları anımsıyorum. Şiltenin kıvrımları arasında ele geçmez yüklerimden kaçacak delik aradığım zamanları.
Büyüdükçe unutuyor insan çocukluğun ve gençliğin dert edindiklerini. Dışarıdan bakınca “evde mağaza açacak kadar oyuncak var, oynadığı önünde oynamadığı arkasında” demek. Ya da “ilkokul birden beri özel okullara yolladık, şimdi üniversiteyi bile özelde okuyor, daha ne yapalım, ne!” diye hiddetlenmek kolay.

Oysa onların durumunda mevcut derdin büyüklüğünden daha çok o derdin ruhlarında açtığı yaranın büyüklüğü önemli bence. Ay ışığında cama vuran ağaç dalının bir hırsız ya da hayalet olarak algılanmasının yarattığı korku gibi mesela. Nedenle sonuç arasında alabildiğine dengesiz bir ilişki… Veya sonu hüsranla biten bir aşkın dünyanın sonu olduğuna inanmanın yarattığı yürek sızısı mesela. “Evet, o dünyanın sonu ama dünyanın göreceğin ne sonları olacak daha ve hepsini de teker teker atlatacaksın” diyesi geliyor insanın. Ve “o ağaç dalı, tırmanıp elma kopardığımız ağaç, dost o dost, korkma cesur yürek” diye miniğe sarılası geliyor.
Hayatın her aşaması kendince çetrefilli. Bir avuç insankenki halleri de büyüyüp serpildiği modeli de olgunlaşıp nihayet olduğu biçimi de… Ve kendince keyifli de. Yeter ki dünyadaki tüm matkapları -özellikle dişçilerin kullandıklarını- elbirliğiyle yakalım. Ve yağmur dinleyerek yürek ateşi soğutma sporunu dünya çapında yaygınlaştıralım.
Yağmurun tıpırtıları… çok hoş, hiç öyle düşünmedimdi. Şilte neydi hakkat, dur google resimlere bir bakayım. Aaaa ben şilte nedir bilmezmişim hakkaten. Ama dişçi değil diş hekimi ama lütfen. Veterinerlere de hekim diye eklemek gerekir bu arada. Matkap sesi boktandır sinir bozar, velakin genelde çok uzamaz. İstanbul da şu sıralar hep yağmurlu, ahanda Temmuz oldu neredeyse, dersin yaz değil. Ama bi güzel de yağıyor ki sorma, bi de tepeden tavandan yağmur akıntıları olmasa.. Büyük aşklar bitince insan intihari olabiliyor değil mi, bir de hayat boyu aşık olacam diye mecnuna veya Memo’ya bağlayanlar var, bi de aşık olabilseler keşke. Mecnun mecnun veya Memo Memo yaşayıp ölenler…
Yağmurun, kendini ona teslim edersen teskin edici bir yanı var bence. Ondan kaçınmaya çalışıncaysa huysuz bir zorbaya dönüşüyor. Zen bir bakış açısıyla onunla birleşirsen gerçekten “yağmur dinleyerek yürek ateşi soğutma sporu” alanında uzmanlaşabilirsin. Hepimize lazım çünkü yürek ferahlığı. Dişçileri -ya da diş hekimlerini- sev-e-miyorum. Pakistan ziyaretinde sokakta diş çekenleri görmüştüm, nasıl şak diye düşüp bayılmadıysam! Dişin acıyla zonklaması aşk gibi aynı, kendini hiç unutturmuyor. İyi ki yazdın. Tatlı rüyalar!
merhabalar ( :
yağmurun o benzersiz büyüleyici sesi âdeta bir terapi gibi değil mi?
“Doğa anaysa bir yağmur konçertosu yönetiyor coşkuyla…” tasviriniz ne kadar zarif ve hoş.. bazen yağmur damlaları ahenkle o kadar güzel dans ediyor ki izlemesi ayrı, dinlemesi ayrı haz veriyor. bu sırada da insanın tüm ağrılarını unutturabiliyor..
esenlikle kalın..
Merhabalar,
Çok teşekkür ederim, her zamanki gibi incesiniz 🙂
Gerçekten de öyle değil mi? Bir de çok çok hafif, varla yok arası yağmurun altında yürümek harika oluyor.
Esenlikle, iyilikle,