
ben dediğim kimim ki
Eskiden, hayallerim genç, onlara kesinkes ulaşacağıma dair ümitlerim tazeyken yazar olmayı isterdim. Hatta “yazar olunmaz, doğulur”du ve ben bir yazar doğduğuma emindim. Yer yer bu hedefe yaklaştığım anlar da oldu ama sonra bu hayaller yalan oldu. O zaman küstüm (ya da küsmüştüm de o yüzden bu olanlar olmuştu). Eskiler, işin özünü yaşayarak öğrenenler der ya “fare dağa küsmüş, dağın haberi olmamış.” Ben de aynen o hikâye, bir fındık faresinin minicik ayaklarıyla yollara düştüm.
Türkiye’de Türkiyeliydim ama tam değil. Amerika’da Amerikalıydım ama o da tam değil. İnsan mıydım? Kadın mıydım? Dünyalı mıydım? Normal miydim?
Anlamaya çalışırken hayatıma baktım ve başkalarınınkine: Kırgınlıklar, hakkaniyetsizlikler, suya düşen düşler, aldatan sevgililer, kötü öğretmenler, hain patronlar, vicdansız kurallar, para, meslek, evlilik, sağlık, bir şeyler, sonra başka başka şeyler. Dünya zaten zor bir yerdi zor olmasına da yaşamak da başlı başına bir işti hani! Hiçbir şey dörtdörtlük değilken, üstüne bir de beklentiler çok yüksekti. Anne babanınkiler, arkadaşlarınınkiler, okulunkiler, işinkiler, komşununkiler, sevgilininkiler, devletinkiler…
Ve hele senin kendinden beklentilerin, of of of düşman başına! Zorunlulukları yerine getirmekten nefes aldığına şükretmeye vakit kalmıyordu. Ve ne kadar çabalarsan çabala hiçbir şey de tam olmuyordu! Aradan yıllar geçtikçe mesele kolaylaşacağına zorlaştı çünkü beklentilerle sorumluluklar çoğalırken enerjiyle zaman azaldı!
Oysa aslında ne güzeldi hayat. Yaşamak! Başkalarının dediği ya da beklediği gibi değil… Kendi istediğin gibi, sana uyduğu haliyle ve içine sinerek yaşamak. Milyonlarca olasılık arasından gerçekten sana ait olan hayatı bulmak ve onunla var olmak! Saf ve kudretli, delicesine naif ve erdemli. Zordu, tam olmuyordu hiç. Layıkıyla yaşamaya çalışırken, yaşam dediğimiz başka bir şeyler işin içine sızıyordu!
İnsan olmanın biraz da bu haller olduğuna aydım o zaman.
Bu yarım yamalaklıklar, eksiklikler, kalpte çizikler, egoda delikler, iki arada bir deredelikler bizi insan yapıyordu belki biraz da. Bizi incitirken eğitiyor, döve seve terbiye ediyor, düşündürtüyor ve güçlendiriyordu. Çelik bir tel gibi yapıyordu, narin görünümlü ve esnek ama alabildiğine güçlü… Bazı dikenlerin kırmızı acısı lezzetli geliyordu ruha. Son bir kez sarılamamanın hüzüntüsü (üzüntü verici derecede hüzünlü) hiç gitmiyordu. Bu arada yaşam da yaşa yaşa bitmiyordu.
Sonra babam öldü zamansızca, ölümsüzlüğe olan naif öykünmem de onunla gömüldü.
Şimdilik buradayım. Hala düşünüyorum ve hissediyorum. Ama artık yazmıyorum. Çok uzun zamandır.
Kısa bir süre önce can arkadaşım, seçtiğim karındaşım “yazsana” dedi yine; “yine yazsana!” Önce ona avuturcasına gülümseyerek “keşke” dedim. Bu arada ne yalan söyleyeyim içimden “tabii canım, tabii” diye geçiriyordum, “yerse, bizden geçti o iş.”
Çok geçmeden kendimi “şunun hakkında da yazarım, bunu da yazarım. Bak o konuya şu cümleyle başlarım” diye düşünürken buldum. Aynada kendimle göz göze gelince bir de ne göreyim: İçim istemsizce kıpır kıpırdı. Karnımda uçuşan türlü kanatlı mı dersin artık, aklıma doluşan cin fikirler ve ufka uzanan maceralar mı? Kısacası yazı beni yine kandırdı. Çünkü özlemişim.
İnsanlar ne düşünür diye düşünmeden yazmayı…
Yüreğimden geçeni anlatarak sonsuzluğa akıtmayı…
Ne zamandır kısık olan sesimin özgür yankısını duymayı…
Yazarken, yazarak, yazıda var olmayı…
O yüzden dedim ki: İçimde kalacağına, artık yazayım. İnsana, döngüye, koroya karışsın. Biraz da yazı konuşsun ve su yolunu bulsun.
arayı açmayalım, kişisel blog oku yazalım, okuyalım
Aklıma geldikçe, vakit buldukça, ilhamla kavuştukça karalıyorum bir şeyler. Bazen bir günde beş konu, bazen on beş günlük sessizlik. Malum, faniyiz, bir günümüz bir günümüzü tutmaz, zaten tutsa o insan olmaz.
Blog güncellemeleri için kaydol!